Hz. Muhammed:
İbrahim’in kıssası uzundur ancak biz orta kısımlardan kısaca söz edelim. Mısır Firavunu Hz. İbrahim’e bir cariye hediye eder. Burada kimi araştırmacılar İbrahim’in eşi Sara’ya verdiğini söyler, kimleri ise (Örn, Mevdudi) Hz. İbrahim’e hediye edildiğini kabul eder. Hacer’in kimliği de tam olarak belli değildir. Onun Mısır sarayında yaşadığını söyleyenlerde vardır. Tevrat’a göre Beer-Sheva çölüne, Kuran’a göre ise Mekke vadisine bırakılan Hacer’in birde İsmail adında bir oğlu vardı. Hz. İbrahim, Kildanilerin Urşehrinde (Tekvin; 11–28) yaşamaktaydı. Arkeolojik kazılar ışığında İbrahim’in saraylı olduğunu iddia edenlerde vardır. İbrahim; kelime anlamı Kürtçe de (Bıra-kardeş; Him-bilgi, kök, öğrenmek) bilginin/öğrenmenin kardeşi anlamına gelmektedir. Mekke vadisinde yaşayan Hacer, İbrahim’in ailesi İslami kaynaklara göre, Hz. Muhammed, Hacer’den olan İsmail soyundandır. İbrahim’in ailesi Arap olmamasına rağmen, Arap kabileleri arasında zamanla kendi dillerini unutup, Arapça konuştular. Hz. Muhammed dönemine kadar artık dilleri olan Kürtçeyi konuşmuyorlardı. Hz. Muhammed miladi 571’de dünyaya geldi ve dünyaya gelirken Medineli Halime’ye teslim edildi. Orada geçirdiği yıllarda çobanlık da yaptı. Yaklaşık on iki yaşlarında iken amcası Ebu Talip ile birlikte Suriye-Şam, Irak vb. birçok bölgeye tüccar olarak gitti. Yollarda Rahip Nastura ile birçok defa görüştüğü kayıt edilir (Taberi, İbn-i Hişam). Mezopotamya o dönemde ticaret ve uygarlık kentiydi. Atalarının geldiği bu bölgeye tüccar hayatında uğruyor orada ticaret yapıp başarılı oluyordu. Hatice’nin sempatisini kazanarak onunla evlenir. Gençliğinde topluma karşı duyarlı, sosyal aktivitelere katılır, şiir panellerine ilgi duyar ve kültürlü bir ailede büyümüştü. Mekke’nin en büyük mabedi Kâbe’nin anahtarı dedesinin elindeydi. Peygamberlik devrine kadar “Erdemliler Paktı” diye bir sivil toplum kuruluşuna kayıtlıydı. Peygamberlikten sonra da “eğer yine böyle bir birlik kurulsa yine katılırdım” diye söylediği rivayet edilir. Kırk yaşlarında Hira mağarasına sık-sık gider, bazen haftalarca gelmezdi. Varaka Bin Nevfel’e eşi Hatice’nin yardımıyla mağarada bir olayı anlatınca; Varaka onun peygamber olduğunu söyler. Varaka dinler üzerinde uzman bir insandı. Mekke’de köle, mazlum, kadın ve zayıfların yardımını alarak kısa sürede namı ta Habeşistan’a kadar yayılır. İlk yıllarda işkenceye uğruyorlar, her türlü hakarete uğruyor ancak sabır ediyordular. Amcası Ebu Talip ve eşi Hatice birkaç gün arayla vefat edince; bu yıla “Hüzün Yılı” denildi. Kendisine Mekke oligarşisine karşı destek veren bu iki insanın vefatını, Mekkeli aristokratlar fırsat bilerek baskılarını artırdılar. Medine’ye Musap bin Ummeyr aracılığıyla gereken alt yapıyı sağladıktan sonra oraya hicret ederler. Medine’de Yahudiler başta olmak üzere diğer kabilelerle birlikte bir “Site Devleti” kurarlar. İbn-i Hişam’da yer alan elli iki maddelik anlaşmayla orada birlikte yaşamayı seçerler. İç ve dış dinamitlerin zorlanmasıyla savaş kaçınılmaz olur. Önce küçük çarpışmalar daha sonra büyük savaşlar olur. Nihayetinde büyük bir orduyla Mekke üzerine yürüyerek orayı ele geçirir. Yahudi bir kadının yemek üzerine zehir dökerek peygambere verdiği ve bir yıl sonra o zehir in etkisiyle vefat edildiğini bizzat Hz. Muhammed tarafından ifade edilir.
Halifeler Devri:
Hz. Muhammed’in vefatıyla birlikte, daha cesedi yerde iken ben-u sakife çardağında hilafet pazarlıkları başlamıştı. Ömer İbn-ul Hattap duruma müdahale etmek için Ebubekir-i Sıddik ile birlikte çardağa giderler. Hilafetin Mekkelilerin hakkı olduğunu iddia eden Ebu Bekir’e karşı, Ensar (Medineliler) sözlü muhalefet dışında, karşı koyamadılar. Ömer, Hz. Ebubekir’e elini uzatarak biat etti. Medineliler de onu kabul ettiler. Ebu Bekir’in halife olduğunu duyan kırsal bölgedeki yeni Müslümanlar farklı bir şekilde karşı çıktılar. Onlar namaz ve orucu tutacağız, ancak zekât vermeyeceğiz dediler. Ömer onlara karışmayalım derse de, Ebubekir İslam’ın bir şartını bile kabul etmeyenle savaşırım diyerek üzerlerine yürüdü. Hz. Muhammed’in vefatını duyan insanlar arasında 300’den fazla peygamberlik iddiası ortaya çıktı. Savaşlar kanlı olmasına rağmen büyük kanlar dökülerek Araplar arasında ortak bir ittifak sağlandı. Bu arada Ebubekir’in kendisini kale almadan halife olmasını, Hz. Ali kabul edememiş kısa bir süre biat etmemekte direnmişti. Ebu Bekir iki yıl, üç ay hilafetinde sonra vasiyeti üzerinde Ömer İbn-ul Hattap devri başladı. Ömer devrinde büyük savaşlar oldu. Pers imparatorluğuna seferler düzenlenerek bozguna uğratıldı. Arapların bedevi yaşamdan kent yaşamına geçmeleri sıkıntılı olacaktı. Girdikleri çoğu yerde katliamlara varacak aşırılıklara başvuruldu. Süleymaniye’de bulunan, deri üzerine işlenmiş Kürtçe bir yazıt bunu özetler durumda:
“Hürmüz gâhlar virane oldu, ateşler söndü
Büyük büyükler saklandılar
Sitemkâr Araplar her tarafı harap ettiler
Hatta şehri zora yetiştiler
Kadınlar kızları esir götürdüler
Azad erkekleri kana boyadılar
Zerdeştin ayini sahipsiz kaldı
Hürmüz kimseyi bağışlamayacak.”
Hz. Ömer aktif, adaleti diktatörlükle sağlayan, dinamit ve yenilikçi biriydi. Küfe ve Basra adında iki şehir kurdu. İslam köleliği ve kadın haklarını eskisi gibi katı olmaktan çok biraz yumuşatmıştı. Roma, Pers gibi köleci toplumlardan Feodal sistemin devrimci gücü İslam’dır denilebilir. Yeni kurulan şehirlerde savaşta esir düşenlerde getiriyordu. Bu esirler buralarda aynı zamanda okuyup âlim de olabiliyordular. Ebu Hanife, Bayezid-i Bistami, Dineveri gibi binlerce bilgin, Arapların ikinci sınıf olarak gördüğü mevali/sığınaklardan çıkıyordu. Araplar bilgiyi her zaman savaştan daha düşük görüyordular. Bilgiyle mevaliler uğraşır, biz sava sanatı ile ilgileniriz diye övündükleri oluyordu. Hazreti Ömer on iki yıllık yönetimi sonucunda, İranlı, Ebu Lü’lü, tarafında namaz üzerinde hançerlenerek öldürüldü. Hz. Ömer vefatından sonra, yedi kişilik bir heyet ile Hz. Osman halife tayin edildi.
Osman’ın yönetimini tarihçiler ikiye ayırır; ilk altı, son altı yıl. Öyle görüyoruz ki; Osman, görünüşte yönetici olsa da, Ömer gibi iktidar ve söz sahibi sayılmazdı. Ümeyye oğulları danışmanlıktan tutun valililiklere kadar her şeyi mesken tutmuştular. Osman’ın ilk altı yılında ufak sürtüşmeler dışında büyük sorunlar çıkmadı. Ebubekir’in iç savaşta sürdürdüğü zorlu yılları, Osman döneminde daha da belirginleşti ve sınıflar uluorta ortaya çıktı. Aslında Hz. Ömer olayları kontrol altına almada ustaydı. Özelikle savaşları dış bölgelere taşıyarak iç bölgelerde olayların olmasını engellemişti. Osman’ın akrabalarına söz geçirememesi veya akrabalarını kayırması göze çarpıyordu. En son bir mektup kriziyle mısırlılar ve bedevilerden oluşan kalabalık bir orduyla Medine’nin etrafı sarılarak Osman öldürüldü. Hz. Osman’ın öldürmeye gelenler arasında ilk halifenin oğlu da vardı. Hz. Osman’ın vefatı iç savaşları tetikledi. Hz. Ali doğal olarak tek seçenek gibi duruyordu ve o halife oldu. Hz. Ali halife olduğu için, halk arasında Ali’nin Osman’ın ölümünde parmağı vardır, dedikoduları yayıldı. Peygamberin hanımı Hz. Aişe yanına Talha ve Zübeyr’i alarak veya Talha-Zübeyr Hz. Aişe’yi Mekke’de kafasını doldurarak Ali’ye karşı savaşa sürüklediler. Deve anlamına gelen Cemel savaşında binlerce insanın ölmesinin sonucunda Ali başarıyı sağladı ve Aişe’yi esir aldı. Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye ise Hz. Ömer’in atamasıyla Şam valisi olmuştu. Ali halife olduğu sırada o biate yanaşmadı. Muaviye gecesini gündüzünü aile geleneği olan politikaya vererek büyümüş, sürekli eski liderlerin yaşamını-taktiklerini okumakla geçirmişti. Hadis Profesörü Bahriye Üçok; Muaviye’yi İslam’ın ender yöneticilerinden sayar. Ali, iyi bir komutan ancak politik oyunlara karşı yenilenilirdi. Hilafeti kendi hakkı bilerek Muaviye’yi sürekli aşağılıyordu. Muaviye ise Osman’ın katilerini isteyerek onun Osman’ın ölümünde parmağı olabileceğini ima ediyordu. Sürtüşmeler önce mektuplarla sürdü. Sonuç alınamadığı için, Sıffin’de iki lider karşı karşıya geldiler. Binlerce insanın ölümüne yol açan Sıffin savaşında; Muaviye’nin saraylı akıl adamı Amir bin El-As’ın taktikleri devreye girdi. Kuran’ın sayfaları mızraklara asılarak “gelin Kuran ile hüküm edelim” denildi. Ali zorunlu da olsa kabul etti ve iki adam hakem seçildi. Hz. Ali adına Ebu’l Musa Eş’ari, Muaviye adına Amir Bin El As. Amir’ın taktikleriyle Musa Eş’ari yenilgiye uğradı. Plana göre her iki hakem minbere çıkıp iki halifeyi azıl ediyorum diyecekti, ondan sonra Müslümanlar kendi arasında birini seçeceklerdi. Eş’ari minbere çıkıp “her iki halifeyi azıl ediyorum” demesine karşılık; Amir minbere çıkıp “ben Ali’yi azıl ediyorum, Muaviye’yi Allah’ın hükmüne göre halife seçiyorum” diyerek üstünlüğü sağlamış oldu.
Hz. Ali, Muaviye’nin entrikalarına karşı iyi bir politika sürdürmemesi tarafları arasında muhalefete neden oldu. Ali saflarında yer alan, çoğunluğu Bedevi kırsal kesimden olan, kendilerine Harici denilecek yeni bir siyasi akım meydana geldi. Bazı araştırmacılar bu akımın temelini Hz. Muhammed devrinde, Osman devrinde hatta Osman’ın ölümünde aramaya kalkarlarsa da; bizce bu akım ilk defa temel ilkelerini Sıffin savaşında belirlediler. Hatta bunların ilham kaynağı Amir bin El-As’tır. Amir “Gelin Allah’ın kitabıyla hüküm edelim” diyordu. Amir’in bu sözleri tartışmaya müsait olduğu gibi o günlerde Allah’ın hükmü nedir sorununu da meydana getirmişti. Sıffin de bir grup insanda kalkıp Ali bizi sattı, Allah’ın hükmünü bırakıp hakemlere başvurdu, diyerek propagandaya başvurdu. Hz. Ali Sıffin’de ki yenilgisi üzerine böyle bir grubun da çıkması üzerine gücünü iyice kayıp ettirdi. Nitekim ilk işi bu grupla savaşmak olacaktı. Nehrevan’da altı bine yakın Harici’nin ölmesiyle başarı sağlandı. Haricilerden İbn-i Mülcem Ali’yi öldürmek için mescidine uğradı ve onu öldürdü. Planda Muaviye ve El-As’ı öldürmekte vardı. Muaviye yaralanarak kurtuldu, Amir ise o gün yerine başkasını namaza göndererek hasta olduğunu söyledi. Ortaya çıkan görüntüden anlaşıldığına göre El-As olaylardan ve plandan haberdardır. Bana öyle geliyor ki; Sıffin’de haricileri Hz. Ali’ye karşı hangi şekilde bilmiyorum, ama bir şekilde kışkırtan da Amir bin El-As’dır.
Hariciler İslam düşünce tarihinde ilk siyasi akımdır. Haricilere göre Ebubekir, Ömer hariç diğer halifeler kâfirdir. Osman’a da kâfir dediklerine göre öyle görülüyor ki; Osman’ı öldüren de böyle bir düşüncenin insanlarıdır. Haricilik potansiyel olarak vardı zaten. Potansiyel bir düşüncenin sistematik yapı kazanması ile düşüncelerin başlaması kabul edilecek ise eğer; Haricilik Sıffin’de başlamıştır.
İç çekişmeler, Muaviye ile Ali’nin oğlu Hasan arasında gerçekleşen barışla kısmen sona erer. Muaviye yerine oğlu Yezid’i tayin etmek için etrafta biat ister. Muaviye’nin bu yaptığı ihanet olarak anlaşılıp iç dedikodulara neden olur. Hz. Hüseyin’in trajik kerbela faciası da Yezit’in halife olarak tayin edilmesiyle başlar. Hz. Hüseyin babasının kendisine başkent olarak seçtiği Kufe’den, Hüseyin’e mektuplar gelir. Hüseyin bu mektuplara güvenerek yola koyulur. Rivayetlerin değişik anlatımlarına göre kırk ile yetmiş kişi ile birlikte Kufe’ye doğru ilerler. Dicle nehrinin kenarında kerbela çölünde Yezit’in askerleri tarafından kıstırıp, önce susuz bırakır ve sonra hunharca katıl edilir. Yezit bu faciaya karşılık “Onu ben değil, Allah öldürdü” demiştir. Peygamberin torunlarına yapılan bu muamele Müslümanları arasında derin, bu güne kadar sürebilecek bir yaraya kaynaklık etmiştir. Günün yönetimi Hüseyin ve Ali taraflarını, zaten Arapçada Şia taraf demektir, Şia’sını terör olarak görüp en ufak bir sevgi besleyeni bile fişliyordular. Zaten tarihin ne kadar devrimci, barışçı, haklı ve mazlumun yanı kişi varsa hepsine terör denilmiştir. Günümüzde de bu kural geçerlidir. Hutbeler de Hz. Ali’ye lanet okunuyordu, Ömer bin Abdülaziz’in reformlarıyla kaldırılana dek devam etti. Bir yandan peygamberin yakın akrabası, arkadaşı Ali ve ailesine yapılmadık hareket, işkence ve zülüm bırakılmıyor. Diğer yandan yönetim ile Ehl-i Beyt arasında ezilen binlerce biçare insanlar. Çaresiz sınıfın yönetime, kaliteli yaşayan sömürücü sınıfa karşı birleşecekleri tek kavram vardı o da “Ehl-i Beyt” olacaktı. İki sınıf arasında birde bilgi, hukuk, akıl vb. kavramların yüklediği sorumluluklarda olacaktı. Onların da mercii İslam tarihinin fetvalarını veren, Peygamber varisi diyebileceği âlimler gelecekti. Şimdi de tekrar katliamlara dönelim… Hz. Hüseyin’in öldürülmesiyle başlayan ve potansiyel bir düşüncenin başından beri tetiklediği bir kin olacaktı. O kin de emevi, harici ve günün diktatörlerine olacaktı. Hz. Hüseyin’in ölümü Kufe, Basra, İran ve Arap dışı mevali kesimler arasında bir matem havası estirdi. Goldziher, Muhammed Ebu Zehra vb. birçok uzmanında dediği gibi; İran da Hz. Ömer’e karşı biriken kin; zamanla Ehl-i Beyt kavramıyla bütünleşti. Bilindiği gibi Ömer İran’a seferler düzenleyip orayı işgal eden liderdir. Özelikle Cafer-i Sadık ile birlikte Şia denilecek akımın fıkhı da oluştu. Şia başta siyasi bir akım iken, tıpkı Haricilik gibi meydan akımı iken, ikinci yüzyılından itibaren düşünsel bir dini mezhep haline dönüştü.
Haricilik kentte yaşayan, ticaret ile uğraşan ve İslam’ın zengin kesimlerini karşısına alan, Bedevi-kırsaldaki fakir Arapların siyasi akımıdır. Şia, Alevilik ise Arap olmayan ama Küfe-Basra’da kümelenen, Fars-Kürt-Süryani-Zerdüşti vb. mevali denilerek aşağılanan halkların kümelendiği oluşumlardı. Hariciliğin düşüncesine baktığımızda Mekke’de ki Kureyş aristokratlarına isyan ettiklerini anlarız. İslam’daki bütün mezhepler “halifeler kureyşli kanı taşımaz ise halife olamaz” derler. Haricilik “Allah dışında, onun hükmü dışında hiçbir şey insanı bağlamaz”, “herkes halife olabilir” gibi düşüncelerle arap-kureyş ilkel ırkçılığına isyanlarını gösteriyordular.
Kelam
İslam dünyasında iç savaşlarla beraber, aynı şekilde işgal güçlerine horasan, Hindistan, Afrika, Filistin bölgelerine yayılıyordular. İşgal güçleri yeni dinlerle karşılaşıyorlar, yeni sorunlar meydana geliyor ve her türlü sorun mercii yine dönüp dolaşıp Medine-Şam-Bağdat ulemasına danışılıyordu. Bizce İslam Felsefesi yeni işgal edilen toprakların baskısıyla yeşermiştir. Kelam ise iç savaşların baskısıyla oluşmuştur. Kelam sorunlarına baktığımızda, ilk kelam mezhebi sayılan Mu’tezile; Hasan-ı Basri’nin sohbetinde başlayan meşhur tartışmayla bilinir. Mu’tezile’nin kurucusu sayılan Vasıl bin Ata Hasan’ı Basri’ye sorulan bir soruyu beklemeden cevaplayıp oradan ayrılmıştır. Hasan-ı Hasri “vasıl bizden ayrıldı, itizal etti” demiştir. Basri’ye sorulan soru da; bir kimse büyük günah işlerse nereye gidecektir. Vasıl bin Ata’ya göre “el menzilet’u beynel menzileteyn” yani küfür ile iman arasında bir menzildedir. Bu münakaşa o günün siyasi sorunlarından kaynaklanmıştır. Sahabe savaşların da öldürülenler, ölenler hepsi Müslüman ama öldürme gibi bir fiilde bulunuluyordu. İşte böyle büyük işleyen birine kâfir demek, fasık, imanlı, imansız, imanı zayıf, yolsan çıkmış, fitneci, münafık, iki menzil arası ve daha bir düzine kavramın doğmasına neden oldu.
Kelam’ın diğer tartışmalarından biri ise kader meselesiydi. Ölenler ile öldürülenler kadere uyarak mı öldürüyorlar/ölüyorlar? Yoksa Kendi hür iradelerine göre mi bu seçimi yapıyorlar? Ehl-i Sünnet/Sünni mezhebi Emevi statükosunun bir sonucudur. Sünni mezhebi Abasi döneminin kısa bir dönemi hariç hemen-hemen bütün İslam imparatorluklarında resmi mezhep olarak sürmüştür. Sünni mezhebi, Cebriyecilik mezhebi her şeyin kader ile olduğunu, insanın yaprak gibi rüzgâr ile hareket ettiğini iddia ederek mazlum kesimin tepkisine yol açmıştır. O yüzdendir ki bizce Haricilerin fikri devamı olan Mu’tezile; İnsanın hür olduğunu, Allah’ın insanın hiçbir fiiline karışmadığını savunmuştur. Şia’da kader konusunda Mutezile’den farksız değildir. Kelam İmam Eş’ari’ye kadar Sünni mezhebi tarafından dışlanıyordu. Kelam ile akıl yürütenlere şeytan, zındık deniliyordu. İmam Malik’e biri bir soru sorar, “Allah arşta mıdır?” O “Allah arştadır, keyfiyeti bilinmez, sorusu ise sonradan dine girmiştir”. Eşari hikayeye göre gördüğü bir rüya üzerine mezhebi olan Mutezile’den çıkar ve Sünni mezhebini savunur. Aslına bakılırsa Eş’ari Mutezilenin görüşlerini isimleri değiştirerek Sünni mezhebe sokan kişidir. Maturudi’nin kader hakkında ki görüşleri Mutezile’den çok daha aşıdır. Ancak Gazali ile beraber bir sentez oluşur artık Sünni mezhep o günden bu güne hiçbir gelişme göstermez. Kelam ile ilgili söylediklerimizi özetleyecek olursak;
Kelam İslam’a yeni girenlerin soruna cevap, diğer dinlere karşı İslam dogmalarını akıl ile yorumlama, İslam’da ki iç çelişkilere, savaşlara bir çözüm üreteme ve Akıl ile Vahyi yorumlama çabasının ortak adıdır. Kelam söz demektir. Kelam akıl ile hareket ettiği için tabi olarak İslam’ın kendine özgü bir Felsefesinin doğmasında da kaynaklık etmiştir. İslam Felsefesinin Yunan, İran, Hint kaynaklarını, Kelam ve İslam kaynaklarını “Felsefe” başlığında inceleyelim.
“devamı var”
Saygılarımla…