Doksanlı yılların ortalarıydı. Orta Karadeniz’de bir köy okuluna atanmıştım. İki derslikli, bahçesinde küçük bir lojmanı olan. Okulun müdür yetkili öğretmeni; eşi ve çocuğu ile lojmanda kalıyordu. Bana da okulun yakınında, bir oda ve küçük bir mutfaktan oluşan bir ev ayarlandı.
Yıllar yılı öğretmenlik hayalini kurmuş biri olarak ortamdaki olumsuzluklara hiç takılmamıştım. Köye yalnızca özel araçla ulaşılabiliyordu. İlçenin pazarına gitmek için haftanın bir günü sabah erkenden köyden hareket edip akşam olmadan köye dönen traktör römorku hariç. Alışveriş yapabilecek bir bakkal da yoktu. Haftada bir, küçük minibüsüyle gelip, yumurta karşılığında çocukların kalem, silgi, bisküvi gibi ihtiyaçlarını karşılayan “çerçi” diye adlandırdıkları kişiyi saymazsam.
Yalnızca ayda bir inebilirdik küçük ilçeye, o zaman da dikkatli bir alışveriş gerekirdi, sonraki aya kadar zor bir durumda kalmamak için.
Zamanın yavaş aktığı, yalnızca hayvan seslerinin sessizliği bozduğu, uçsuz bucaksız bozkırlara bakan küçük köyde görevime başlarken, bildiğim gizli bir gerçek vardı. O köyde çocuklar hayatımın anlamı olacaklardı.
Bana birinci, ikinci ve üçüncü sınıf verildi. Bu birleştirilmiş sınıfta ilk hedefim çocukların güvenini sağlamak olmalıydı. Karşımdaki çocuklar hayal ettiğimden çok uzaktı. Utangaç, mahcup, sessiz… Halbuki ben hep cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle dolup taşan okullar görmüştüm.
Önce güzel oyunlar oynattım, sonra etkinlikler yaptım, sonra da çocuklar ne olduğunu anlamadan hedeflerimi gerçekleştirmeye başladım.
O mavi önlüklü küçük çocuklarımın gözleri bir bir ışıdı. Onların enerjisi bana geçti, benimki onlara.
Ancak bir kızım vardı içlerinde adı İlknur. Başını kaldırtıp bana bakmasını sağlayamıyordum. Bir göz kapağı inikti. İnce uzundu. Soluk bir benzi var. Öyle hassas görünürdü ki gözüme, yanlış bir şey yapmaktan iki kere korkar, onunla konuşurken sözlerime dikkat ederdim. Beni izlediğini bilirdim ama ne zaman ona çevirsem bakışlarımı indirirdi gözlerini. Sıkıştırmadan, üzerine gitmeden gülmesini, mutlu olmasını sağlamalıydım. Beni ne kadar sevdiğini anlamıştım. Kendince işimi kolaylaştırmak için çaba harcardı. İnci gibi yazısı vardı. Okuması kötüydü. Sanırım o köyden okuyup gidebilmek gibi bir umudu da hiç olmamıştı.
Bir köy öğretmeni olarak yeterince donanımlı gelmediğim köyde, küçük bedenleri, becerikli elleriyle, öğrencilerim de benim öğretmenim oldu; sayelerinde kısa zamanda büyük bir yol kadettim. Hiç odun sobası yakmamış bir yetişkinken kısa sürede önce hangi odunların hangi açıyla konulması gerektiğini öğrendim. Özellikle büyük baş hayvanlardan korkarken, birinci sınıf öğrencisinin bile onları önüne katıp götürebildiğini görerek, korkularımı yenmeyi öğrendim. Kitapta yazılı bilgilerin kendi başının çaresine bakmayı öğretmediğini, doğada yalnızca yaparak yaşayarak varolunabileceğini sayelerinde öğrendim.
Karşılıklı tamamlarken eksiklerimizi, mahzunluğu neredeyse hücrelerine sinmiş İlknur için de işler değişmeye başladı. Dudağının kenarına zamanla bir tebessüm ilişti. Bense tüm öğrencilerime ulaşabilmenin mutluluğu ile coştum.
Kasım ayına geldiğimizde bir öğle sonrası kar yağmaya başladı. Okula gelen öğrencilerin bir kısmı dört-beş kilometre daha uzaktan mezra dedikleri bir küçük yerleşim biriminden geliyorlardı. Karadeniz bölgesinin karasal iklim yaşanan bir köyünde hepimiz hazırlıksız yakalanmıştık.
Evim okulun yakınında olduğu için çocuklara beklemelerini söyledim. Eve gidip mont ve hırka türünden ne kadar giysim varsa getirip, uzağa gidecek çocuklara dağıttım. En kalın, en güzel kapüşonu olanı İlknur’a verdim. Onları yolcu ettikten sonra da tüm hayatı boyunca hiç zorluk görmemiş bir eli yağda bir eli balda çocuklar mı, yoksa erken büyümek zorunda kalan bu çocuklar mı daha şanslı diye düşündüm.
Hayatımda gördüğüm en güzel yağışlardan biriydi. Tüm kötülükleri örter gibi usulca her yeri beyaz bir örtü kapladı. Bir çocuk saflığında bir taraftan yağışın devam etmesini diliyor, diğer taraftan bir öğretmen olarak öğrencilerim için endişeleniyordum. Kar sabaha kadar sürmedi. İnce bir tabaka kaldı yerde. Gözüm yolda mezradan gelecek çocukları bekledim. Belki de o bölgeye daha fazla yağar ve belirsiz bir süre gelemezlerdi…
Merakım fazla sürmedi. Çocukları sınıfın penceresinden okul bahçesine girerken gördüm.
Çabucak sınıfa geldiler. Ellerinde farklı boylarda poşetler vardı. Dün dağıttığım giysileri getirmişlerdi. Ellerinden aldım. Yerlerine oturdular. Kapıdan en son İlknur girdi. Hiç olmadığı kadar üzgündü. Nasıl olur; okulun ilk günü bile bana bu kadar uzak, bu kadar mahzun görünmemişti. Yavaşça yaklaştı. Bense kafamdan ihtimalleri değerlendirmeye çalışıyor, İlknur’u bu kadar üzen ne olabilir diye düşünüyordum. Yine hiç konuşmadı. Taşıdığı poşeti açtı. Montun kapüşonunu gösterdi. Aynı evden gelen öğrencim bir çırpıda onun yerine açıklayıverdi, evde kurutmaya çalışırken, sobaya fazla yaklaştırmış böylece tüyler erimiş bir kenarı da yanmıştı.
Elindekini alıp kenara koydum. İki elimle kafasını tutup yüzüme yaklaştırdım. Önce göz pınarlarına yerleşen tuzlu gözyaşlarından öptüm. Sonra sıkı sıkı sarıldım. Hangi sözcükleri kullandığımı hatırlamıyorum. Belki “Çocuklar hiçbir şey sağlığınızdan daha değerli değil. Cana geleceğine mala gelsin.” gibi basmakalıp cümleler sıralamışımdır…
O an sözlerimin ardında görünmeyen sözcükler dolaştı. “Benim yaşama amacımsınız. Siz öğretmenlik yolundaki en kıymetli öğretmenlerimsiniz. Nasıl bir bez parçasından daha değersiz olabilirsiniz.’’ Sözleri en çok da İlknur’a on ikiden vurulan bir hedefe ulaşır gibi ulaştı.
Zaman durdu. Dışarısı çocukların saflığı kadar güzel beyaz bir örtü ile kaplıyken, sınıfta; sıcacık, kocaman yürekli küçük çocuklarım, minik öğretmenlerimle, yalnızca sevgiden oluşan donmuş zamanı paylaştık…
Benim canım duyarlı, hassas arkadaşım. Öğretmen olmayı hayal ettiğim dönemlerde kendimi hep senin gibi fedakâr, yardımsever, merhametli vs.bir öğretmen olarak hayal ederdim. Birebir yaşadıklarını anlatırken gözlerim nemlendi, yüreğime ateş değdi sanki. İlknur’unda şu anda nerelerde, nasıl olduğunu merak ettim doğrusu.
Ben de merak ediyorum.Acaba hala öyle hassass mı?Ne oldu,neler yaşadı?