Başlığımız bir ironi ihtiva etmez, aksine gerçeğin ta kendisidir. Şöyle ki, bugünkü ilaç endüstrisi yahut ilaç furyası, istila savaşına 1930’larda sülfanomitlerin -bilinen ifadesiyle antibiyotiklerin- ortaya çıkarılmasıyla başlar. Ardından gelen penisilin, savaş endüstrisinin en güçlü silahı olur. Hitler ve ekibinin bu işte etkisi akıldan çıkarılmamalıdır.
1900’ün başında dünyada ilaç firması adıyla sadece Bayer ve Hoechst mevcuttu. 2. Cihan Harbi ile ortaya çıkan durum en çok bu sektörün işine yarar ve Ciba Geigy, Eli Llly, Glaxo, Roche, Pfizer ve Sandoz (Novartis) gibi firmalar eklenir.
Bayer 1845’de bir boya şirketi olarak kurulur. Bayer’de kimyager olarak çalışan Felix Hoffmann, babasının artrit ağrısını hafifletmek için kadim tıp kitaplarını okur. Söğüt ağacının ağrı dindirici olarak kullanıldığını öğrenir. Ardından 1897’de söğütteki asetilsalisilik asiti (ASA) ekstrakte ederek ayrıştırır. Babasının ağrılarını dindirmesi üzerine, Bayer firması ilaç sektörüne girer ve bu ürünü ‘Aspirin’ adıyla ağrı kesici olarak satmaya başlar.
Her yerde, her derde “deva” bir ilaç olarak pazarlanmaya başlanır ve Bayer asıl servetini buradan elde eder. Günümüzde aynı masalla satılan bu ilaç ile ilk üretildiği formu arasında isim benzerliği dışında pek bağ kalmamıştır. Bugün dünyanın en “şeytan şirketi” olarak adlandırılan, atom bombası, kolanın hammaddesi, turuncu madde, DDT ve dünyanın en ölümcül zehirlerinden Roundup’un da üreticisi olan Monsanto’yu satın alan Bayer, 2. Cihan Harbi’nde insanlığa karşı suçlara katıldığı için savaş sonrası lağvedilirse de ardından aynı adla yeniden kurulur.
2. Dünya Harbi’nin ardından verem tedavisinde kullanılan ve ilk antibiyotik olan Streptomisin’in geliştirilmesiyle bir savaş endüstrisine dönüşen ilaç sektörü, hayatımızı istilanın ikinci adımını da atmış olur. Kimya işleri ve bitki kökenli şuruplar üreten, dünya çapında skandalları ile şöhret bulan Roche 1987’de Basel’de kurulur. Alman kökenli Charles Pfizer 1848’de gittiği Amerika’ya yerleşip bir kimya şirketi kurar. CocaCola gibi şirketlere limon tuzu olarak bilinen, zararlı sitrik asit türü ürünler sağlar.
1873’de İngiltere’de gıda şirketi olarak kurulan Glaxo, 2. Dünya savaşı sonrasında ilaç sektörüne giren firmalardan biri olur. 2000’de bir başka ilaç firması SmithKline ile birleşerek GSK adını alır. Yine bir başka Basel firması olan Novartis ise 1996’da hayli eski bir boya firması olan Ciba-Geigy ve 1886’da kurulan bir başka kimya şirketi Sandoz firmalarının birleşmeleri ile ortaya çıkar.
Merck de Almanya kökenli bir başka kimya şirketidir. Amerikan İç Savaşı savaş suçlusu olarak mahkûm olan Eli Lilly, savaş sonrasında bitki kökenli ilaçlar üreten Eli Lilly kimyayı kurar ve bugünkü ilaç ve gıdalarda kullanılan jelatini geliştirir.
Eli Lilly’nin kurucusu Eli Lilly kanserden, Merck ilacın kurucusu George W. Merck beyin kanamasından, Bayer’i ilaç firmasına dönüştüren Carl Josef Bayer ise genç yaşta kalp krizinden ölür. Roche’in kurucusu ve Ypres Savaşı’nda Cezayir, Fransız ve Fas kuvvetlerine karşı yaklaşık 165 ton kimyevî silah klor gazını kullanan bir savaş suçlusu olan Fritz Hoffmann-La Roche kalp yetmezliğinden gider.
Basf ve Bayer’in de aralarında olduğu bir grup olan IG Farben’i Roche’in kayınbiraderi olan Carl Bosch yönetiyordu. Şirket, Nazi imha kamplarında kullanılan ilk zehir olan Zyklon B’nin üreticisiydi ve savaştan sonra dağıldı. Carl Bosch bu günkü azot gübresinin de mucidi olarak biliniyor.
Bu firmaların kurucularının hepsinin Alman ve Polonya Yahudisi olduğunu ve hepsinin en ölümcül zehirleri ürettiklerini, savaş suçu işlediklerini ve erken yaşta öldüklerini kaydetmek şart. Hemen hepsi de Hitlerle iş tutmuş kimseler… Şimdi Hitler’in Yahudi soykırımı yaptığını söyleyenlere “Peki beyim, Hitler’in yanındaki bunca Yahudi ne iş yapıyordu” diye sormak gerekmez mi?
BİYOTEKNOLOJİ ÇAĞI BAŞLIYOR
İlacın, daha gerçekçi bir ifadeyle modern zehrin ilk evresi, Hitler’in kimyacılarıyla başlamıştı. İkinci evresi ise Genentech firmasının Rekombinant DNA teknolojisi ile ilk sentetik insülini üretmesi ile 1979’da başlar. Aslında ilk kurulan genetik firması Cetus’dur. Lakin ilk ürünü piyasaya süren, 1976 yılında kapitalist Robert A. Swanson ve Herbert W. Boyer tarafından kurulan Genentech olur. Firmanın bir diğer ortağı ise Allergan adlı botokscu şirkettir. Robert A. Swanson da 52 yaşında beyin kanserinden ölür.
Biyolog Herbert Wayne Boyer, dostu biyokimyacı Stanley N. Cohen ile birlikte iki bakteriden genleri kesip, üçüncü bir bakteriye yapıştırma yöntemini tasarlarlar. İlk kez 1973’te yayınlanan Boyer ve Cohen’in çalışmaları, insanlığın başının en büyük belalarından biri olan ‘modern genetik mühendisliği’ni başlatır. Yani biyoteknolojinin daha büyük bir sektöre dönüşmesinin…
Şirket, diyabet ilacı insülini, anti-viral protein interferonu ve büyüme hormonu inhibe edici hormon somatostatini rekombinant DNA teknolojisi ile üretir. Ardından tüm ilaç firmaları bu şeytanî çığıra yönelirler.
2001 yılında ABD’deki şarbon haberlerinin ardından Pentagon da gözlerini biyoteknolojisine yani genetik teknolojisine dikti. Zira Korona günlerinde bunu daha iyi anlamış olduk ki genetik teknolojisi geleceğin en büyük savaş aracıydı.
MOLEKÜL SAVAŞI
İnsanlığın hayatını karartmanın en sarsıcı adımlarından biri olan; DNA’yı çözen, hücreyi değiştiren rekombinant DNA teknolojisinin ardından gelecek olan nano-teknoloji ile birlikte ilaç sektörü yeni kurtarıcısı moleküle yönelir. Belki henüz yolun başındalar, lakin sürecin birkaç on yıl daha sürmesi durumunda bu ve yeni şer teknolojiler sayesinde insanlığı bütünüyle avuçlarının içine alacaklar.
Yeni ve küçük genetik firmaları molekül geliştirmeye yönelirken, o meşhur ilaç firmaları ise molekülleri ruhsatlandırarak silaha dönüştürme görevini üstlenirler. Nasıl büyük balık, küçük balığı daha kolay yutuyorsa, Davos ve Bilderberg adıyla faaliyetlerine gizem katan baron adlı resmi mafyaya ait o meşhur “ilaç” yahut kurşuncu firmalar da, başarılı(!) molekül şirketlerini ele geçirmeye başlarlar.
Bununla yetinmeyip, pek çok ülkedeki mahalli eş değer ilaç firmalarını da satın alarak tekellerini büyütürler. Her ülkedeki ilaç konusunda karar verici mekanizma ile reçete edicileri de kontrollerine alarak hem ülkelerin, hem de insanların boynuna, sadece akıllı, basiretli ve ferasetli kimselerin görebileceği keskin kılıçtan daha keskin ilmekleri geçirirler.
HİNDİSTAN’A ÖLÜM İMZASI
Söz konusu mafyatik uygulamaların en barizi, en etkileyici rakipleri Hindistan’a uygulanır. Herkesin aksine Hindistan patent kanunu, patenti nihaî ürüne değil sürece vermeyi öngörmekteydi. Bu da Hintli ilaç firmalarının önünü açar. Hint ilaç sektörünün, batılıların fiyatları karşısında âdeta sembolik bedellere ilaç üretmeye başlamasına daha fazla tahammül edemezler.
Önce 1 Ocak 1995’de Dünya Ticaret Örgütü’nü kurarlar. Bu teşkilatın asıl amacı, dünyadaki patent ve faaliyetleri denetlemek olup, ticaret ise bahanesidir. 1995’in ilk aylarında TBMM’de DTÖ’nün 21 bin sayfalık mevzuat metni okunmadan bir saatlik görüşme ile kabul edilerek, Türkiye bu şer yapıya ilk katılan ülkelerden biri olur. Bizde buna hata yapmak değil ihanet denilir, ama herkes bunu dillendirmez.Hindistan 2005’te zorla yani cebri olarak DTÖ’ye dâhil edilir. Bu, Hintli ilaç şirketlerinin artık üretim yapamaması manasına gelir. Onlara kalan şey, Batılı ilaç firmaları gibi davranmak idi, ama buna da yemlemeler izin vermezdi. Çünkü Hindistan’da ilaç üretmek, Batı’da üretmeye göre daha ucuzdu, ama mesele sadece para değildi. Beşli çeteden başkası sahada at koşturursa kötü örnek olur ve böylece büyü ve tuzak bozulurdu. Bu durumda Hintli ilaç şirketlerinin bir kısmı için büyücü büyüklere taşeronluk etmenin dışında bir seçenek kalmaz. Bir kısmı da biyoteknolojiye yönelip, molekül geliştirmekten başka seçenek bulamaz, onlar da buna yönelir.
NANO ÇİPLİ İLAÇ VE AŞILAR
Şimdi ise işin içine nanoteknoloji dâhil oldu. Fazları birden 5’e ulaştı. Bugünlerin en meşhur çipli aşı tartışmaları da elbette bu sürecin bir ürünü. Daha önce bu konuda farklı yazılar kaleme aldığımız için çipli aşılar meselesine girmeyeceğiz. Ancak şunu belirtmeliyiz ki, koronadan kurtulmanın tek yolunun aşı olarak pazarlandığı -yahut samimi ifadesiyle yalanıyla teslim alınmak istediği- bugünlerin ardından gelecek olanlar çok daha acıklı olacak.
Bunları sizi korkutmak için değil, tedbirli olmak için kaleme alıyoruz. Çünkü aşı bekleyen kişi ve ülkeler, olup biten rezil tiyatroyu görememiş demektir. Zaten haydutların asıl amacı, korkutarak avuçlarının içine alıp ham yapmak.
Yeni bir düzen beklentisi, aşı ve ilaç balonunun uçurulduğu bugünlerde, dev ilaç firmalarından siz hiçbir açıklama okudunuz mu? Okumazsınız, zira onlar konuşmaz, icraat yapar. Onların sözcüleri Bill Gates ve Dünya Sağlık Teşkilatı gibi paravan kuruluşlardır. Konuşup neden açık versinler ki, maşa kullanmak varken?
Hâsılı mesele para değil, yeni düzenin sahibi olmak. Ancak belli oldu ki, bu düzen de tıp eliyle kurulacak. 2005-2007 yılları arasında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın başkanlığını yapan Çapa Tıp’tan mason Prof. Dr. Asım Akin’in “Masonluk tıp âleminde güç odağıdır” cümlesini de aklınızda tutunuz. Ve doktorların yeniden (hâşâ) kutsî bir kurtarıcıya dönüştürüldüğü bugünlerde, “acaba biri gözümüze kibrit çöpü tutarak ormanı mı kaçırıyor” diye sormalı herkes. Çünkü yeterince dünyevileşmiş Müslümanlar dahi ölümle korkutulup sağlığı ile meşgul edilirken, saman altından kimler hangi okyanusları taşıyor acaba?
KİBİR VE CEZA
Allah (c.c.) kişiyi, kibri ve iddiasından vururmuş. Herkesi kurtarma iddiasındaki bu ölüm makinelerinin kurucularının akıbetleri son derece ilginçtir. Zira bu ilaç firmalarının erkenden ölen ilk ve ikinci kuşak kurucu babalarının kendi kellerine sürecek merhemleri bile yoktu. Bugün de değişen bir şey yok… Önümüzde iki yol var, ya tüm beşerî kurtarıcılar gibi ‘ilaççılardan da kurtulmak, yahut da teslim olmak. Hangisini tercih ederdiniz?