Biliyorsunuz 7 Aralık günü Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı ile ABD başkanı H. Barack Obama, gerek ABD’nin Ortadoğu Politikası gerekse Türkiye’nin bölgesel politikaları için çok önemli olacağı düşünülen bir görüşme yapacaklar.
Gündem oldukça yüklü görünüyor.
Afganistan’a ek asker gönderilmesi ilk ve en önemli madde. Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Kıbrıs, İran, Ermenistan, küresel mali kriz, enerji arz güvenliği gibi konular gündemin diğer önemli maddeleri. Bütün bunlar dünyanın geneli için öne çıkan konularken PKK konusu da bize özel bir sorun olarak çantada yer almaktadır.
Yoğun gündeme karşın kamuoyunu en çok meşgul eden konu “Afganistan’a ek asker gönderilmesi”dir. Bilindiği gibi Afganistan’a 2003 yılında düzenlediği operasyonla yönetimi değiştiren ABD, daha sonra yapılan göstermelik seçimlerle yönetimi sivil Afgan otoritelerine devrederken Afganistan’ın güvenliğini de NATO’ya devretti. Bu çerçevede Türkiye’nin de bölgede askeri bulunmaktadır. Hatta bir dönem USAF olarak bilinen NATO Kuvvetleri’nin sivil kanadının başkanlığını eski bakanlarımızdan Hikmet Çetin yürütmüştü.
Türkiye daha sonra bölgedeki askerini başbakanın da belirttiği gibi 800’den 1700’e yükseltmiş durumda. Türkiye’nin asker katkısı diğer birçok Amerikan müttefikinin katkısının üzerindedir. Ancak bölgedeki halkın dini kimliğinden ve Türkiye’nin bölgedeki tarihsel ve hassas konumundan dolayı Türk Askeri “muharip güç” olmaktan ziyade lojistik, istihkâm halkla ilişkiler gibi “pasif ancak halka daha yakın” görevlerde bulunmaktadır. İşte Amerika’nın talebi de bu nokta üzerine. Şimdiye kadar pasif katkı (buna yapıcı katkı demek daha doğru olur) sunan Türkiye’nin silahlı/muharip güç olarak bölgede yer almasını istiyor.
Bir haftadır Türkiye, yöneticisiyle, siyasileriyle ve tüm kamuoyunun katılımıyla bu konuyu tartışıyor.
Zaten 1 Kasım 2009 tarihinden itibaren Kabil Bölgesi’nin komutanlığını üstlenen Türkiye’nin asker sayısını 1700’e çıkartmasının yeterli bir destek olduğu ileri sürülürken Türk askerinin Taliban ile girilecek çatışmalara daha aktif katılımının Taliban tehlikesini Türkiye’ye sıçratmasından korkuluyor. Aynı zamanda Türkiye’nin Afganistan ve Pakistan ile tarihsel niteliği ve kökleri olan ilişkilerinin zedelenmesinden korkuluyor. Yani Türkiye tarafı Afganistan’da sıcak bir çatışmaya girmekten kesin olarak kaçınıyor.
Türkiye’nin temel tezi bu noktada yoğunlaşırken Amerika’nın bu konuyu kulak ardı edip etmeyeceği belli değil. Ancak görünen o ki ABD Ankara Büyükelçisi’nin de dile getirdiği gibi ABD, Afganistan’da muharip Türk Gücü’nün bulunmasında ısrarlı.
Tabi 7 Aralık’ta nasıl bir anlaşmaya varılacak bilinmiyor. Ancak ABD’nin bu talebi bize hemen 2003’teki 1 Mart Tezkeresi’ni ve arkasından gelen o meş’um “Çuval Olayı”’nı hatırlatıyor.
ABD’nin bu isteği hem o günleri hatırlatıyor hem de bugün yaşanan bazı gelişmeleri de hesaba kattığımızda bir takım kafa karışıklıklarına neden oluyor.
Bilindiği gibi ABD, 2003’te Irak’a operasyon düzenleyeceği sıralarda Türkiye’nin İskenderun da dahil olmak üzere güneyinde bir çok yerine askerlerini konuşlandırmış, hem Türkiye topraklarından Hava ve Kara Harekatı yapmak hem de Türkiye’nin de fiili asker katkısı yaparak Irak’a kuzeyden girmesini istemişti. Bu çerçevede ABD, Adana-Mersin-İskenderun hattından Hakkâri’ye kadar olan bölgeyi lojistik üs bölgesi olarak kullanacak, bölgede 60 ila 80 bin Amerikan askeri konuşlanacak, Çorlu-Sabiha Gökçen-Erzurum-Batman, Samsun ve Trabzon deniz ve havalimanlarından Amerika ihtiyaçları doğrultusunda faydalanacaktı.
Hatta o sıralarda; “Irak niree, Trabzon nire ha uşağım” sorusu sıklıkla ve alaycı bir şekilde sorulmuştu. İlginçtir ki Trabzon’un manası 2008 Ağustos’unda Gürcistan’ın Rusya tarafından işgali sırasında ortaya çıkmıştır o ayrı mesele.
O günlerde İskenderun, İncirlik gibi kentlerde ABD askerlerinden kaynaklanan hareketliliğin yanında ABD, özellikle Silopi’de bir takım önemli lojistik çalışmalar başlatmıştı. Hatta ABD askerlerinin Silopi’de inşa ettiği prefabrike kampın seyyar tuvaletleri bile medyada haber olmuştu.
Çuval Olayı;
4 Temmuz’da, Amerikan Bağımsızlık Günü’nde, Süleymaniye’de görevli “Bordo Bereliler” olarak adlandırılan 11 Türk Subayının, Amerikan askerlerince başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınması Türk-ABD ilişkileri tarihine bir kara leke olarak geçmiştir. İşin ilginci ise bu 11 kişiden 4’ünün 1991’de Somali’de devrik devlet başkanı M. Farrah Aidid’e esir düşen “Delta Force” olarak efsaneleştirilen 25 Amerikan askerini kurtaran kişiler içinde yer almasıydı. Yani yaşanan ilginç bir teşekkür olayı olarak da görülebilir.
Bu olay tamiri zor bir yara olarak Türklerin hafızalarına kazındı. Uzun süre ilişkiler düzelemedi. Hatta Türk kamuoyu Amerikalıların en fazla itibar kaybettiği kamuoyu oldu. Daha sonra 2006 yılında kabul edilen “Stratejik Vizyon Belgesi” ile Türk-ABD İlişkileri tekrar düzelme yoluna girmeye başladı. Sonrasında ise Obama’nın Müslümanlara sempatiyle yaklaşan imajları öne çıkaran başkan olması Türk-ABD ilişkileri açısından onarıcı bir etki yaptı. Ayrıca Obama’nın Nisan 2009’da yaptığı Ankara ziyareti çok önemli bir sempati yarattı.
Ancak ilişkiler çeşitli şekillerde düzelme yoluna girse de bazı gelişmeler kafalardaki soru işaretlerini daha da kalıcı hale getirmiştir.
O günlerde Irak’ın kuzeyinden sorumlu olan Korgeneral Petraus bugün tüm Irak’taki Amerikan askerlerinin komutanıdır. Operasyonu yöneten Albay Maywille herhangi bir ceza almadığı gibi hem görevinin başındadır hem de terfi ettirilmiştir.
Buna karşılık Türkiye’de başlatılan ve Amerikan etkisi hep tartışılan bir yargılama sürecine bağlı olarak o dönemin birçok komutanı soruşturmaya uğramış, emekli bir çok general tutuklanmıştır. Amerika’ya en sert askeri muhalefeti yürüten dönemin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu ise sürece dâhil edilmemişse de gözler hep O’nun üzerinde olmuştur[1].
Tarih her zaman için geride kalan olaylar destesi olarak kayıtlarda yerini alır. 1950’lerde başlayan “Türk-Amerikan Ortaklığı”, Johnson Mektubu’ndan sonraki en büyük yarasını Çuval Olayı ile almışsa da tüm tartışmalara rağmen bugün düzelme yolundadır. Özellikle Obama’nın Ankara ziyareti hem ABD’nin imajı hem de Yeni Osmanlıcı politikaları ile İslam Dünyası nezdinde itibarı yükselen Türkiye için gelişmelere kapı açmıştır. Bu tür gelişmeler ve Türk-Amerikan ilişkilerinin daha da derinleşen imajlara bürünmesi tüm şüphelere karşın önemli işbirliklerinin ipuçlarını taşımaktadır.
Fakat Amerika’nın Afganistan özelinde bölgedeki politikası ve Pakistan üzerindeki tartışılan emelleri de Türkiye’nin bölge ve ülkeler ile olan tarihsel konumunu oldukça zora sokacak gibi görünüyor. Türk yönetiminin Kore’de yada Somali’de taşıdığı hevesi Afganistan için taşımamasının en büyük nedeni de budur.
Bu endişelerin henüz giderilemediği bir ortamda, Türkiye’ye müteşekkir olduğunu dile getiren ABD Dışişleri Bakanı H. R. Clinton’un “Türkiye’nin öncülük edeceği birçok konuda Türkiye ile ortak çalışmayı dört gözle beklediklerini” söylemesi bu öncülük rolünün ne olduğunun sorgulanmasına neden olmaktadır.
Zaten son zamanlarda “Stratejik Derinliği müphem New Ottomanist politikaların Türkiye’ye has özel bir politika mı olduğu yoksa iddia edildiği gibi Pentagon’da pişirilen bir proje mi olduğu konusu” halihazırda işleri zora sokmaktadır. Bu bağlamda ABD çıkarlarıyla örtüşecek bir öncülük imajı hükümetin kendini izah etmesini daha da zorlaştıracaktır.
Bugün birçok İslam coğrafyasında masumları kan gölünde boğan ABD’ye, Afganistan ya da Pakistan konularında ne gibi destekler verilecektir? Ya da hükümet böyle bir şeye cesaret edebilir mi? Bilinmez. Ancak şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde hepimiz yeni bir “Çuval Vakası” endişesi içerisindeyiz.
Fakat bugünkü kamuoyu ile 2003 yılının kamuoyu arasında önemli farklılıklar vardır. Son birkaç yıldır gerek yaşanan ekonomik sıkıntılar gerekse Ergenekon Süreci halkın siyasileri eleştirme ve kendi günlük kaygılarından başka şeylerle meşgul olma yeteneğini oldukça zayıflatmış durumdadır.
Ayrıca tam da görüşmeden iki gün öncesine denk gelen bir günde, 5 Aralık 2009 tarihinde, 2003 yılında ABD isteklerine direnç gösteren kuvvet komutanlarının alakasız da görünse Ergenekon Süreci kapsamında savcılık tarafından sorgulanması bugünkü kuvvet komutanları için ne gibi bir anlam ifade eder bu da önemli bir konu.
Görünen o ki küresel ekonomik kriz ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşanan gelişmeler dolayısıyla hem hükümetin hem de askerin, ABD talepleri konusunda çok fazla bir direnç göstermesi mümkün değildir. Ancak böylesi bir talebin kabul edilmesi de ABD imajının Türk kamuoyunda yerle bir olması ve hükümetin Afganistan’dan gelecek tabutlara bağlı olarak iktidarını kaybetmesi demektir.
Bu sebeplerle “Çuval” hep bir kenarda aba misali yedekte tutulacak olsa da ABD tarafının akilane bir tutumla daha esnek taleplerde bulunması olasıdır. Hatta ABD tarafının bir reddedilmeyi göze alarak hükümetin kamuoyu desteğini güçlendirmeyi seçerek ilerleyen süreçte daha kapsamlı ilişkiler için masayı şimdiden süslemesi daha akıl karı gibi görünmektedir.
Umarız ABD muharip asker konusunda ısrar etmez. Eğer ki ederse ilişkilerin ötesinde hem Türkiye hem de ABD çeşitli zorluklarla karşı karşıya gelecektir. Eğer ki muharip asker değilse asıl amaç?
İşte o zaman düşün düşün dur. Çözebilene aşk olsun. Kahinlere gün doğdu demektir. İlk kehanet de bizden;
Afganistan niree Trabzon nire ha uşağum?…
[1] Her ne kadar Ergenekon Süreci farklı bir olaylar zinciri olsa da bu süreç çerçevesinde gerek sorgulanan gerekse gözaltına alınan emekli askerlerin o dönemki askeri ilişkilerdeki rolleri düşünüldüğünde terfi eden ABD askerlerine karşın o dönemin Türk komutanlarının çeşitli suçlamalarla karşı karşıya kalması dikkate değer bir durumdur.
“Her ne kadar Ergenekon Süreci farklı bir olaylar zinciri olsa da bu süreç çerçevesinde gerek sorgulanan gerekse gözaltına alınan emekli askerlerin o dönemki askeri ilişkilerdeki rolleri düşünüldüğünde terfi eden ABD askerlerine karşın o dönemin Türk komutanlarının çeşitli suçlamalarla karşı karşıya kalması dikkate değer bir durumdur.”
Yazınıza büyük oranda katıldığımı belirtmek isttiyorum.
Ancak
Yukarıdaki alıntınızda (şahsen doğruluk payı görmemekle beraber) tespitte isabet ettiğinizi düşünsek bile Ergenekon, eldiven, yakamoz, kafes… vb. darbe hazırlıklarını görmezden gelmek hangi insafa, vicdana sığar?
Komutan yapmışsa darbe hazırlıklarını hesap verecek tabii ki…
Elbette ki herkes yaptığının bedelini ödeyecek.
Ancak ben bir durumdan bahsettim.
Ki ortada henüz cezaya bağlanmış bir durum yok. Olursa konuşuruş işin o tarafını. Bence de doğrusu budur.
Halil bey yine güzel bir yazı yazmış. Eline sağlık yüreğine sağlık. Bu güzel yazının içinde ki Ergenekonla ilgili vurgular ne ölçüde isabetlidir, gereklidir? Darbe girişimlerinin mahkeme kararına bağlandığı hiç bir olay tarhimizde yoktur. Talat Aydemir olayı darbe içinde bir darbe olduğu vede başarısız oldğu için istisna teşkil etmez. Bunun dışında karara bağlanan bir darbe olayı yoktur. Haklarında mahkeme karar vermediğine göre, diye olayın görülmesi, ele alınması Halil Dağ beyin dikkatine mütenasip bir tesbit değildir.
Ama Türk makamlarının 2003’te 1 Mart tezkeresi ile kendi kendilerini harap ettikleri şüpe götürmez. O Ayrı ve uzun bir yazı konusu.
Ergenekon soruşturması ile 1 Mart tezkere olayı arasında bir ilişki tesis etmek hem esas hem de usul bakımından yanlış olur.
Türkiye’de katsayı’dan 8 yıllık kesintisiz eğitime kadar hemen her konuda fikir beyan eden komuta heyetinin 1 Mart tezkeresinden önce tek bir cümlelik açıklamasının olmayışı tesadüf müdür? Bence değildir. Taha Akyol’un çok kullandığı bir deyimle kurmay suskunluğudur. Yanlış olmuştur. O tezkereyi reddenlerde yanlış yapmıştır. Her konuda siyasi parti gibi konuşan ama o konuda susmuş olanlarda yanlış yapmıştır. Çuvalı, Türkiye fiilen hükmen kabullenmiştir. Türkiyenin Irak’ta olmasını istediği bir tek konu olmuş mudu? Hayır hiç birisi olmamaıştır. İstemedikleri olmuştur. Hemde Türkiye’nin yardımı ile olmuştur. Bundan daha büyük çuval olur mu?
Selamlar.
Selami Bey,
Değerli yorumlarınıza katılıp katılmadığım hususunu bir kenara bırakarak sadece son ifadeleriniz (ÇUVAL ile ilgili olarak) üzerinden bir tecrübemi aktarayım:
Yıl: 2005, Ramazan Bayramından bir kaç gün sonrası,
Yer: Yine Süleymaniye,
Havaalanından çıkarken rutin kontrol var. Benim hemen önümdeki şahıs da uçakta biz kullarına selam vermeyen, selamsı davranışlarımıza cevap vermeye tenezzül etmeyen bir diplomatik görevli.
KDP Peşmergeleri beyefendiyi tabir caizse “….”na kadar aradılar. Acıtarak, kanırtarak, hissettirerek ve göstererek bunu yaptılar. O devlet görevlimiz “gık”ını bile çıkaramadı. Ne var bunda diyebilirsiniz.
Diplomatik misyon’a ilişkin kuralları ve teamülleri elbet biliyor olmalısınız. Ancak asıl sorun şuydu, o aramayı yapanların Irak Ulusal Kuvvetleri falan değil de KDP Peşmergeleri olmasıydı.
İşin ilginci ben kuluna tenezzül etmeyen görevlimizden sonra sıra bana geldi, bense Irak’ta ruhsatlı olarak çalışmak için Türk şirketi nezdinde Pentagon tarafından düzenlenen “güvenli kişi” kapsamında olduğunuzu ifade eden DoD diye özel bir kimliğe sahiptim.
Sürpriz burada işte;
Irak’a Türk vatandaşları vizesiz gidemezken ben vizesiz pulsuz hem de bir aramaya tabi olmadan geçtim aynı yerden. Kullanmasam da pasaportun o sayfası acıtıcı bir anıdır bende.
İşte asıl çuval buydu tabii ki, size bu noktada katılırım. Devlet, devlet olma yeteneği ve vasfıyla ilgili yetersizlikler gösterirse başınıza çuval da geçer çorap da…
Benim devletim bana devlet babalığını yapmakta zorlanırsa işler orada burada elbette sarpa sarar.
Avrupa birliği ve İsviçre nin ikiyüzlülükleri, dangalak halkoylamaları devam ettikçe TC ABD kulvarına daha da girecektir.
Bizim AB ile bir geleceğimiz yok zaten.
ABD ile proje ortaklığına devam edeceğiz gibi görünüyor.
AB dense ABD yi her zaman tercih ederim.
AB yunanistanı ve kıbrısı bile çözemedi. Yugoslavya nın parçalayıcısı AB dir. Bizim AB ile işimiz yok.