“Erkek savaş için yaratılmıştır, kadın ise savaşçının dinlenmesi için.” Andre Morris
Penceremdeki iki kumru o hoş sesleri ile şakımaktaydılar. Bir süre dinledim onları. Doğanın müziği evimin içine doğru akarken bir ara daldım, ardından bir tatlı esin ile aydınlandı yüzüm. Gözlerimin önüne gelen sahneden kendimi alıkoyamamıştım. Belki de Antalya özlemi ağır basmıştı. “Vahşet-in Tanrısı” adlı tiyatro eseri, aklıma düşünce özlemler içimi çok daha farklı sızlatmıştı. Neye özlemdi? O kadar çok tatlı anılar vardı ki geride bıraktığımız, dünlerde kalan, hangi birini, anı depolarımdan silkelesem? Ben en iyisi şu esinler beni tepelemeden kalemimden akıtayım…
Amacım bir yaşam sahnesinde ÇEKİRDEK AİLEYİ kısaca rollerini oynatmak. Biraz da şu aşırı yaz sıcaklarında, mizahi dost gönüllere dokunayım. Sonrası hoş bir keyifle ışımak gönüllere sevgiyle, neşeyle…
Bir sahne düşledim:
Ve sahnede üç kişi…Üç kişiden ikisinin adları Abidin ve Hanife olsun. Bir de üçüncü şahıs Mualla…
Bu üçlü bir yastığa baş koymaya görsünler hele…
Çekirdek aile hem şehirde hem de köyde…
Anadolu kadını kederli yarınlar için. Eve gelen eşine ve ev sahibine haklı olarak hesap vermek zorunda:
Hanife:
-Bey, yarın ev sahibi kirayı soracak, ben utanırım yok demeye.
Abidin-de bir öfke ki o biçim;
– Eksik etek kes sesini, ne yemek yaptın onu söyle…
Hanife:
– Çorbadan başka ne ola ki, o şırfıntılara takıldın, elinde cep telefon, karnımız guruldar, ne getirdinse onu yaptım. Çorba var…
Abidin öfkelenir ve eşine bir çakar ki, ama pir çakar. Bir de kabahat samur kürk olsa kimse üstlenmez ya, işte öylesi hışmı burnundan solumaktadır:
-Ulan boşuna dememişler, sırtından sopayı karnından bebeyi eksik etme, diye. Sana ne cep telefonumdan ulan mendebur karı. Bugüne kadar neyini eksik ettim ki, bu cep tel, bugüne bugün iş adamları kullanıyor. Köyden şehire geldik, iş yapıyoz herhalde. Ulan karı, bundan sonra beni dış kapıda karşılayıp, sıcak suları hazır edecek, ayaklarımı ovacak, yıkayacaksın ona göre. Yoksa boşarım ulan karı seni. Üç kere “boş ol” demem kafidir, biliyon demi?
Aynı Abidin sonradan görme eskiden köylüsü, şimdinin başı açık sonranın sokak yosması, kabak çiçeği gibi açılmış Mualla’sına daha farklı davranmakta. Şefkatin bini bin para
-Tatlım, gıymatlım, şeker parem, beğendin mi fistanını?
Mualla mutlu, bir o kadar da kurnaz ve işvelenir, kaz gibi yolduğu Abidin-ine:
-Beğendim de… hani bana söz vermiştin , dokunmatik son model Nokia telefon alacaktın, sözünde durmadın, çok kötüsün ha!..
-Sana kurban olsun Nokialar, cigarana çakmak aldım Zippo markalar, dur yakayım, muallam cigaranı…
Güler, kıkırdar Mualla, ama yeni köyden gelme Abidin-i söğüşleyene kadardır işvesi ve cilvesi;
– Ay, tatlım gıymatlım, hele bir yak da yorgunluğuma değsin. Ayaklarıma kara sular indi bütün gün, Karaköy ve Beyoğlu’da turlamaktan…Ee, kolay mı tek başına İstanbul’da bir kadın başına ayakta kalabilmek…Senin karı ne şanslı maşallah!Kimileri anadan doğma şanslı…
Hem kıskanır hem söylenir Muallası, lakin bilmez ki evdeki çileli bekleyişleri…
Evinde her üç öğün dayak attığı, dört bebesini doğuran kadına davrandığının tam aksine bir davranış sergiler bizim Abidin:
-Oy oy, kıyamam ben tatlım kaymaklıma.Gel Muallam, gel balım şöyle koy ayaklarını dizlerime, ayaklarına kurban senin. Yıkayım karbonatlı suyla ovayım…
İşte böylece iki kadın bir erkek hayat sofrasında farklı dans ederler:
Biri tipik bir Anadolu kadını; hüzün sarar saçları aklanır, eline besmele ile kına yakılır, karnından bebe, sırtından kötek eksik değildir. Evindeki sabrı el evlerinde ev temizliği, yatağa girdiğinde ölü gibidir, sanki…
Bir diğeri ise büyük şehrin havasına sevdalı kadın; şehvet depolar, mutluluk çalar ondan bundan, saçları boyalanır, tırnakları manikür/pedikür kuaförden çıkmaz, kaşı yaylı, altı üstü lame fistanlı…
Ve finalde gözü yaşlı çekirdek aile çatır, çatır çatırdamakta. Sanki ocaklarına incir ağaçları dikmişler. Annelik sıfatı buzdan bir kalıp gibi erimekte, “kadın” kimliği boks ringlerinde nakavt edilmekte…Kocadan bir de OSMANLI TOKATI, gerisi ise;
“Evde şark dayağı, dışarıda Osmanlı kibarlığı…”
Hani derler ya;
“O, tam Osmanlı Beyefendisi/Hanımefendisiydi” diye…
Hani nerede o eski günler, nerede içtenlikle gülümseyen dostluklarımız, nerede o Üsküdar’a giden centilmen ve hanımefendiler? İçi badem/fındıklı akide şekerlerimiz ne çabuk unutuldu? Hani nerede akasya ağaçları altında sobelediğimiz baharlar?
Özleniyor eskiler, özleniyor yaşanan o günler, damakta tadı, gönüllerde izleri, özleniyor mazide her ne varsa…
Penceremde iki kumru birbirlerine kur yapmaktayken ve doğa renkleniyor yedi renkle…Ve günün ışınları yıkarken doğayı baştan başa, kumruların sesleri kulağa hoş gelen “bahar senfonisi” gibi tinime huzur vermekte…
Ayrıldım pencereden ruhuma yaydığı enerjiyle, zira kahvaltı vakti gelmişti. Akdeniz kıyılarında bıraktığım anılarımın;
“Her biri hoş bir seda, hoş bir veda!..”
Emine Pişiren/Edremit Akçay
06.07.2010
Mualla oh ne ala demek lazım :>
Abidin hani nerede semerin :>
Şaka bir yana ülkemizdeki değişmesi gereken çok şey var
Yazınızı okudum ve beğendim;tebrikler
Saygılarımla
Çapar Kanat
Değerli Uğur ÖZALTIN,
Yazım sayfamı ziyaretinizle mutlu oldum.
Teşekkür ederim.
Sevgi ve ışıkla
Değerli Çapar KANAT,
Sonsuz teşekkürlerimle.
Sevgi ve ışıkla