2004’te çıkarılan ama iki defa ertelenerek yürürlüğe girmesi 1 Ocak 2011’de başlatılan yeni CMUK ile birlikte, on yıldır karara bağlanamayan davalar için tutuklu olanlar salıverilmeye başlandı. Başlangıçta bir tartışma da yoktu. Zaten tutukluluk süresinin sınırlandırılması isteği de AB’den gediği için herkes için makul sayılacak bir değişiklik idi! Üstelik Ergenekon adlı davanın tutuklularının da bu yasadan yararlanabileceği ihtimalinden olmalı, o davanın tutukluları ile gönül bağı olanların heyecanlandığını gösteren yazıları, açıklamaları da olmuştur. Ne var ki uygulama beklendiği gibi olmadı. Ergenekon davası tutukluları kapsam dışı tutulduğu gibi, Hizbüllah eylemleri nedeniyle, on yıldır 200 civarında ki cinayet için yargılanan ancak hala davaları bir sonuca bağlan(a)mayan Hizbüllah davası tutukluları da bu yasa nedeniyle salıverilince, Hizbüllah birden bire bütün tartışmaların odağı haline geldi.
Bilindiği gibi Hizbüllah, 1980’lerde Batmanlı Hüseyin Velioğlu ve arkadaşları tarafından oluşturulan bir arkadaş grubu olarak yola çıkmış, Diyarbakır’da açtıkları İlim adlı kitapçı dükkanından dolayı da isimleri ilimciler diye bilinirdi. 1990’larda ise PKK’lıların, kendileri dışında ki bütün Kürt gruplarını ya göç ettirerek ya da öldürerek tasfiye etmelerinin bir sonucu olarak, Hizbüllahçı diye bilinen bazı şahısları öldürmeleri üzerine iki taraf arasında uzun yıllar devam eden kanlı bir mücadele oldu. Hizbüllah’ın PKK ile kanlı mücadelesi devam ederken, benzeri bir mücadele için Menzilci diye bilinen Fidan Güngör ve arkadaşlarından oluşan gruba karşı da aynı şiddet eylemlerine yönelmesi, kendisine karşı olan muhalefeti, eleştirileri olağan üstü seviyede arttırmıştır.
Öcalan’ın 1999’da yakalanarak Türkiye’ye getirildi ve ardından idama mahkum edildi. Kısa bir süre sonra 17 Ocak 2000’de ise İstanbul/Beykoz’da Hüseyin Velioğlu arkadaşları ile birlikte polisin yaptığı bir baskın sonunda girdiği silahlı çatışma da ölü olarak ele geçirildi. Hizbüllah’ın yaptığı eylemler hakkında önemli belge ve bilgilerin de ele geçirildiği açıklandı. Bütün Türkiye’de Hizbüllah’a karşı operasyonlar yapıldı. Hizbüllah üyelerince kullanılan evlerin bahçeleri vb yerlerde, Hizbüllah üyeleri tarafından öldürülenlerin cesetleri bulundu. Ocak 2011’de salıverilenler işte 11 yıl önce o cesetlerin bulunmasın ardından tutuklanan kimselerdi. 200’e yakın kişiyi öldürmekten yargılandılar. Bazılarının davaları ilgili mahkemede sonuçlandı. Ancak Yargıtay’a yapılan itirazlar bir türlü sonuçlanmadı. Milyonlarca müracaat nedeniyle Yargıtay’ın ilgili dairelerinin iş yükü altında ezildiği, bu bakımdan 11 yılda Hizbüllah davasının da sonuçlanmamış olmasının olağanlığına Doğan Medyası yazarları halkı inandırmaya çalıştı. Oysa aynı Yargıtay, çok kısa bir sürede hem de yasal yetkisi de olmadığı halde Erzurum’da görülen İlhan Cihaner davasını resen sonuca bağlamıştı. Üç senedir bir türlü tutuklanamayan Mehmet Haberal’ın açtığı tazminat davasını ilgili mahkeme üyelerinin aleyhine çok kısa bir sürede Yargıtay karara bağlamıştı. Bu örnekler hatırlandığında Yargıtay’ın iş yüküne rağmen bazen inanılmaz bir beceri ile uygun gördüğü bazı davaları çok kısa sürede karara bağlayabildiği de olmuştur. Altı yıl önce çıkarılan bir yasanın uygulanması ile cezaevlerinden tahliye olacakların halk vicdanında yol açacağı vahim sonuçları Yargıtay üyeleri bilmez mi? Bilmediklerini, tahmin edemediklerini düşünme çok zor. Cengiz Çandar ve Nazlı Ilıcak gibi yazarların iddia ettikleri gibi
Yargıtay üyeleri bu tahliyelerin sorumluluğunu Hükümet üzerine yıkarak, özellikle engelleyemedikleri son Anayasa değişikliği nedeniyle Hükümetten intikam mı almak istediler?
Hüseyin Velioğlu’nun öldürülmesi ile birlikte Hizbüllah’a karşı başlayan tutuklama ve yargılamalar boyunca medyada Hizbüllah aleyhine uzun süre haberler devam etti. Hizbüllah’ın artık bittiği vurguları tekrarlandı. Özellikle 2000’e Doğru Dergisinin kapak yaparak “Hizbüllah’ın Hizbülkontra olduğu” bazı Devlet organları tarafından kurularak büyütüldüğü iddialarına haberlerine yer verildi.
Dinime beğenmeyen bari Müslüman olsa atasözünde ki vurguyu hatırlatan bir şekilde Doğu Perinçek grubunun “Hizbüllah’ı Hizbülkontra” sayması, yalnızca kendisinin şaibeli ilişkilerini örtmek için midir? Hizbüllah’ı bir Devlet örgütlenmesi olarak gören çevrelerin başında elbette onun baş düşmanı PKK gelmektedir. Kıdemli PKK’lılardan Sedat Yurttaş’a bakılırsa “Hizbüllah bir Kürt örgütlenmesi de değildir. Kürtlere karşı tamamen bir Devlet işidir. Hizbüllah eğer bir Kürt örgütü olmak istiyorsa önce bir özeleştiri yapmalıdır.” (7 Ocak 2011 NTV).
Hizbüllah’ı eleştirenlerin ortak vurgusu onun devlet tarafından korunduğu ve yardım gördüğü iddiasıdır. Devlet tarafından korunma ve yardım edilme iddiası bu iddia sahiplerinin görüşüne göre bir “gayrimeşruluk” sonucunu da doğurmaktadır. Bu görüş kabul edilirse kendilerinin varlığını da meşru saymak zorlaşacaktır. Öcalan’ın öğrencilik döneminden başlayarak uzun yıllar gördüğü himayeyi, bir dönem yakın arkadaşı olanların devlet adına çalıştıkları haberleri dikkate alındığında, Hizbüllah için ortaya attıkları meşruiyet sorununun ayniyle kendileri içinde geçerli olduğu görülecektir. Hizbüllah’tan özeleştiri istemek, her halde “bize karşı yaptıklarından pişman olduklarını açıklasınlar” demekten başka bir şey değildir. Bu Hizbüllah’ın PKK’lılaşması gibidir. Bunun imkanı yoktur.
Hizbüllah elemanlarının salıverilmesi ile birlikte medyada, onlar tarafından öldürüldüğü söylenen şahısların aileleri ile sıkça röportajlar yapılmaya başlandı. Bu ailelerin büyük bir infial içinde oldukları, adalete, devlete güvenlerinin kalmadığı vurgusu yapılmaktadır. Türkiye’de adalet diye bir şeyin olduğu zaten tartışmalıdır. Ancak aynı çevreler “koşulsuz bir siyasi genel af” diyerek PKK’lıların salıverilmesini isterken, PKK’lılar tarafından öldürülenlerin ailelerinin infiallerini hiç hesaba katmayarak yeni bir iki yüzlülük ortaya koymaktadırlar. PKK’lılar tarafından öldürülenlerin de çokluğu dikkate alındığında buna duyulacak infiali bu çevreler bilmez mi? PKK’lıların mağdur ettiklerinin tepkileri, hassasiyetleri belli ki bu çevreler için önemli değildir. Doğan medyasının Hizbüllahçıların tahliyesine karşı PKK çevreleri ile aynı tepkili dili kullanması da yeni bir cepheleşmenin görüntüsüdür.
Hizbüllahçıların savundukları İslam anlayışlarının doğruluk derecesi elbette tartışmalıdır. Şiddete yönelen eylemlerini ise kendilerinden başka savunan olmamıştır. Hz. Peygamber’e Kanada gazetelerinde yapılan hakaretleri protesto etmek için Diyarbakır’da yapılan yürüyüşe Hizbüllah’ın yüz bini aşkın sayıda kalabalık topladığı pek çok gözlemcinin ortak görüşüdür. Diyarbakır’daki bu miting bile Hizbüllah’ın yalnızca marjinal bir terör örgütü olmadığını göstermektedir. Kendine göre oldukça geniş bir kitle tabanı oluşmuştur. Hizbüllah elemanlarının 10-20 yıl önce işlediği suçları bütün bu kitlenin ortak suçu, günahı gibi düşünmek ne insanidir ne de İslami’dir.
Eski Batman Valisi Salih Şarman’da Hizbüllah vb. örgütlere silah temini ve kamp yerleri sağlamak iddiasından mahkum oldu. Benzeri örneklerden yola çıkarak 15-20 yıl önce Hüseyin Velioğlu ve arkadaşlarının ilişkilerinden ortaya çıkan şaibeleri Hizbüllah kitlesine mal etmekte akli bir içerikten yoksundur.
Son tahliye olayları birlikte adeta Hizbüllah geri dönmüştür. Bu geri dönüşten en fazla hangi çevreler rahatsızdır? Hizbüllah hakkında bu kadar şaibeleri haberlere rağmen bu geniş kitle tabanına nasıl ulaşmıştır? Bu insanların tamamının menfaat için, kandırıldıkları için, akılları ermediği için Hizbüllah’a katıldıklarını söylemeye imkan var mıdır? Hizbüllah son yıldır hiçbir şiddet eylemi yapmamıştır. Aksine kurduğu dernek ve vakıflarla özellikle kültürel ve sosyal çalışmalara ağırlık vermiştir. Hizbüllah’ın dönüşünü, PKK Kürtler üzerinde tesis ettiği şiddet tekelinin kırılması gibi gördüğünden tepkilidir. Ancak PKK’nın gerekçesi sayılabilecek nedenlerle Hizbüllah’ı eleştirmek te tutarlı ve mantıklı değildir.