Allah, insanın yaratılması hikâyesini bize aktarırken “hilafet” müessesesine dikkat çekti:
“Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde (hükümlerimi icra edecek) bir halife (etkili ve yetkili olmaya elverişli insan) yaratacağım.” buyurmuştu. Melekler de: (Ya Rab!) “Seni övgüyle yüceltip takdis eden bizler dururken, orada bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. (Allah da) şöyle buyurdu: “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.”[1]
Hz. Âdem(a.s.) bu hilafet görevi omuzlarında yeryüzünde indirildi.
Mücadele başlamıştı. İşe cennette başlayan iblis insanın secde edilecek bir halife olmadığı iddiasından hiç vazgeçmeyecekti.
Cennette iki kişiye her şey serbestken tek yasaklanmış işi yaptırarak[2] işinde ne kadar iddialı ve mahir olduğunu göstermişti.
Bu işe Âdemoğulları üzerinden devam etti.
Koca dünyada iki kardeş üzerinde çalışmaya devam etti.
Biri iblisi şiddetle reddederken diğeri ona uydu ve kardeşinin kanına girdi.
Artık kıyamete kadar sürecek iki yol açılmıştı beşerin önüne.
Ya Allah’ı tanıyacak, iman edecek, insan olacak, O’na halife olacak eşref-i mahlukat kalacak, alayyı illiyyine çıkacak;
Ya da iblise kanacak, nefsinin saltanatına tabii olacak, beşer kalacak, hilafetten sıyrılacak, “bel hüm adall/hayvanlardan daha aşağı” derekelere yuvarlanacaktı.
Allah Teala 124 bin Peygamberle sürekli insana esmanın manasını öğreterek meleklerin üstünde olan hilafet makamına davet etti kullarını.
Davete uyanlar hilafet vasfıyla dünya/ahiret saadetinin kapısını açtılar.
Davete sırt çevirenler nefsini ve şeytanın saltanatına tabi olup, dünya/ahiret saadetini basit, sürekli zehirli bal hükmündeki lezzetlerle değiştiler.
Ama iblis ve aveneleri gerçekten işlerini iyi yapıyorlar ve insanı, rakiplerini çok iyi tanıyorlardı.
Kıyamete kadar mücadelelerinde nicelik(çokluk) açısından başarılı olacaklarını Allah Teâlâ bizlere bildirdi:
“Ve onların çoğu, Allah’a inanmazlar. İçlerinden inananları varsa, onlar da arzu ve heveslerini yahut uydurdukları birtakım düzmece ilâhları Allah’a ortak koşarlar.”[3]
1411 yıllık İslam tarihine derinlemesine baktığımda şu hakikati net olarak görürüz. Peygamberin, insanları özgürleştirmek ve sadece yaratıcılarına kul olmalarını sağlamak için getirdiği “en adil yönetim sistemi “ 30 yıl devam etmiştir. Bu zaman dilimi tarihe asr-ı saadet olarak kayıt düşülmüştür. Peygamber ”benim hilafetim 30 yıldır, ondan sonra ısırıcı bir saltanat gelecektir”[4] sözüyle 30 yıldan sonraki zamanın Kuran ve Sünnetin önerdiği ideal yönetim tarzı olmadığını ifade etmiştir.
30 yıl hilafetten sonra İslam’ın temiz, saf, abı hayat dediğimiz suyu Sıffin olayından sonra bozulmaya başlamıştır. Sıffin bana göre İslam tarihindeki en önemli kırılma noktasıdır.
Sıffin olayı ve sonrasında Muaviye b. Ebu Süfyan’la başlayan “ısırıcı” saltanat hayatın her alanını etkilemiştir. Siyaset, eğitim, ekonomi, ahlak, sanat v.b. tüm alanlara ısırıcı ve baskıcı bir saltanat ruhu hakim olmuştur. Bu anlayış saltanatı devam ettiren devletlerde de aynen sürdürülmüştür.
Adalet, özgürlük, insan hakları bazı adil hükümdarların şahsi gayretleriyle sağlanmış olsa da genel itibariyle ihlal edilmiştir. Özellikle Emevilerle birlikte Fetih anlayışı dahi saltanatın yörüngesinde değişmiş ve İslam’da ki fırkaların oluşmasında en temel sebep olarak ortaya çıkmıştır. Peygamber ve sahabenin izlediği fetih yaklaşımı ile Emeviler ve sonraki İslam devletlerinin fetihleri arasında çok temel anlamda farklılıklar oluşmuştur. Hilafet anlayışında gönüller, kalpler fethedilirken, saltanat anlayışında bu fetihler daha çok askeri fetihler olarak kalmıştır.[5]
Onun için okumalarımızda ve değerlendirmelerimizde İslam’ı önceliyor ve önemli görüyorsak Sıffin’ den önce ve Sıffin’den sonra diye iki ayrı bakışla tarihi ele almamız gerektiğini düşünüyorum. Bu 1400 yıllık saltanat sürekli devam etmiş iyi insanların elinde güzel neticeler verse de, kötü insanların elinde tam bir zulüm müessesine dönüşmüştür.
Sıffin olayı ise; hilafeti savunan Hz. Ali ve taraftarları ile saltanatı savunan Muaviye bin Süfyan ve taraftarları arasında geçti. Başta Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Emevilerin Peygamberin hilafetinin saltanata dönüştürmemeleri için canla başla mücadele ettiler. Daha sonrada ehli beytten birçok imam bu mücadeleye devam ettiler.
Bu mücadelede oluş biçimi, yaşananlar ve sonuçları itibariyle 10 Muharrem tarihinde gerçekleşen Kerbela olayı çok ayrı bir yere sahiptir. Yeryüzünde zulme karşı çıkışın, baş kaldırışın en güzel misallerindendir Kerbela.
Emeviler komşu oldukları bizanstan aldıkları babadan oğula geçen saltanatı sistem olarak benimseyerek Müslümanlar arasında bana göre en büyük bid’ati tesis ettiler.
Bu bidatin gelmemesinde en büyük mücadeleyi canıyla, malıyla ehli beyt verdi. Hilafet insanlara hürriyet, saltanat ise esaret getiriyordu. Bu iki uygulamada İslam tarihinde görüldü.
Hilafet döneminde Hz. Ömer gibi celalli bir devlet başkanına erkek kadın tüm müminler hutbede herkesin önünde hesap sorabiliyor, itiraz edebiliyor iken, saltanat dönemlerinde Kura’n-ı Kerim’in açık bir emri olan (“Vazifem karşılığında sizden ancak Ehl-i Beytimi sevmenizi istiyorum”)[6] ehli beyti sevdiğini ifade etmek en büyük cürüm kabul edilerek insanlar cezalandırılıyordu. Emevi emirleri hutbeden ehli beyte sürekli hakaret ettiler. Arap olmayan Müslümanları ‘mevali’ ismiyle tesmiye ederek haraç ve cizye aldılar.
Bediüzzaman Said Nursi zulmün kaynağı olarak gördüğü, hürriyet ve hilafetin zıddı olan saltanat, İstibdat ve baskıyı anlatırken konuyu Kerbela olayına getirir ve şöyle tarif eder:
Suâl: “Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?”
Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.
Suâl: “Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?”
Cevap: Evet… Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, dâimâ kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavânîn-i esâsiyesindendir.
Suâl: “Sonra?”
Cevap: Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; tâ ki; zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetten siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti(asrı saadet). Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanâta inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdâdın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi Yezid’in istibdâdına kuvvet verdi.[7]
Bu gün biz Müslümanlar için üzerinde durmamız gereken en önemli konu; Peygamberimizin benim hilafetim dediği ve tüm insanlıkça kabul edilmiş olan asrı saadette yaşanılan her yönüyle İslami hayat konusundaki benzerliğimiz ve farklılıklarımız olmalıdır.
Osmanlının yıkılması ve Cumhuriyetin kurulmasıyla saltanat yıkılsa da bu kez halk adına karar veren müesseseler oluşmuştur. Tek kişinin yerine kararlar alan oligark diyeceğimiz bu kurumlar vesayete muhtaç gördükleri halk adına kendileri karar vermeye, anayasa ve yasa yapmaya devam etmişlerdir. Halka tepeden bakan bu yapılar tarafından yapılan 12 Eylül anayasası bu güne kadar etkinliğini sürdürmüştür. Yani trenin gideceği rayları ve rotasını bu oligarklar belirlerken, demokrasi görüntüsü olsun, dünyaya rezil olmayalım gibi mülahazalarıyla “dostlar alışverişte görsün kabilinden trenin yönetimine dair kısıtlı bir kısım imkânları halkın temsilcilerine bırakmışlardır.
12 Eylül 2010 da, 1400 yıldan sonra ilk defa halka, kendi yönetimiyle ilgili temel konularda kendinin karar vermesi imkânı kendisine tanınmış, halkta bu imkânı çok güzel değerlendirmiş, saadet sarayının kapısını açmıştır. Bundan sonra en yüksek sesle “bir daha saltanata asla”, “bir daha oligarklara asla” ,”tam özgürlükçü, tam demokratik anayasa “ talebiyle yoluna devam etmelidir.
Cumhuriyeti ilan eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nde, “Riyaset Makamı”nın yani başkanlık kürsüsünün hemen arkasında iki anlamlı levha vardı: “Hâkimiyet milletindir” sözü ve “Ve emrühüm şûrâ beynehüm” ayeti. Söz konusu ayet-i kerimede, “Onların (yani Müslümanlar’ın) meselelerini çözme usulü danışmadır”[8] buyruluyordu. “Hâkimiyet milletindir” sözü ise yönetici iradeyi, padişahlık sistemindeki gibi bir ferde veya zümreye değil millete ve haliyle onun temsilcilerine veriyordu.
Habil’in açtığı hilafet ve Kabil’in tercihi saltanat yolları kıyamete kadar açık kalacak…
O halde insan önce büyük cihatta Kur’an-ı Kerim-i/beyanı anlayıp, burhanla destekleyip, irfanla amele dönüştürüp hem dem olarak hilafeti kendi âleminde tesis edip akıl, kalp ve gönlünü imanla ışıklandırmalı.
Sonrasında ailede, toplum ve yönetimde hilafetin esası olan adalet, düşünce özgürlüğü ve şuranın tesisi için çaba göstermelidir. (insaniyet.net’te 27.01.2022 tarihinde yayınlanan yazımdır.)
[1] Bakara, 2/30.
[2] B.k.z. Bakara, 2/35.
[3] Yusuf, 12/106.
[4] Ebu Davud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, 4/272; 5/220, 221.
[5] Geniş bilgi için bkz: cemilpasli.com/oezel-boeluemler/tuerk-alevilii/orta-asya-fetihleri
[6] Şura, 42/23.
[7] Münazarat, 38.
[8] Şûrâ Suresi, 42/38.