Başlangıçta resim çekerken oldukça dikkatliydim. Ani hareketlerimden çok korkuyor, uçup gidiyorlardı. Oysa ben onları kaçırmak değil; seyretmek, sevinçlerini paylaşmak istiyordum. Kaçmadıklarını anladığımda konuşuyordum: “Canlarım! Meleklerim! Sizi çok seviyorum. Siz benim babamla annem gibisiniz. Bu ne hoş birliktelik? Nasıl bir bağlılık? Lütfen korkmayın benden. Benim derdim çiçeklerimdi. Onlara zarar vermiyorsunuz ya! “Anlamış gibi bakıyorlardı. Bakışları o kadar canlı ve can alıcıydı ki karşında iki insan var sanırsın. Gözlerim onların gözlerinde buluşuyor, birbirimizi anladığımızı hissediyordum. Ben insan, onlar güvercinler. Ya bakışlarımız? Göz göze gelişlerimizi nasıl dile getirebilirim? Dev bir gövde ile minicik iki gövdenin yürek buluşması. Onları sevdiğimi anlamışlar mıydı? Belki de korkuyorlardı halâ. Kim bilir?
Kısa sürede saksının içine hemen hemen aynı boy ve biçimde yaprakları, çöpleri bulup bulup getirdiler ve yuvanın alt yapısını bitirdiler. İşte ondan sonrası heyecan doruktaydı. Dişi güvercin yaprakların üstünde yatıyor, ihtiyacı olduğu zaman gidip geliyor, diğer zamanlarda ise erkek güvercinin getirdiği yaprakları, çöpleri gagasıyla alıp uygun bir şekilde yerleştiriyordu. Hızlı ve planlı çalışıyorlardı.
Ertesi gün yuva bitmişti. Çektiğim resimleri bilgisayarıma yükledim. Çekimlerden her şey daha iyi görülüyordu. Hayret! Eşini, erkek güvercinin nasıl koruduğunu, nasıl sevdiğini detaylarıyla görüyordum. Sağından solundan yaklaşıyor, eşini sıkıştırmamak için saksının incecik kenarlarında duruyor, yer açıyordu. Belli, yumurtlama dönemi iyice yaklaşmıştı. Kendi hamileliklerim geliyordu aklıma. Gözyaşlarımı tutamıyordum. “Ben ve benim gibi kaç kadın var acaba? Karnında bebeği ile dövülmüş, yara bere içinde bırakılmış?” derken kimseyi suçlamıyordum inan. Sadece eğitimdeki çarpıklıkların bizlerde açtığı yaraları gördüğümün farkındaydım. “Yuvayı iki kuşun yaptığını” izledikçe; beynimin odacıklarında yaşanmışlıklar, atasözlerimiz ve daha birçok anılar canlanıyor, ruhumu çaresizliklerin içinde dolandırıyordu. İnsan insana nasıl kıyar? Neden hırpalar, acı çektirir? Hele de karnında kendisinden bir parça taşıyan, korunmaya muhtaç eşinin yardıma muhtaç hallerini neden göremez bilemez?
Yuvalarını yalnız başına kuran dişi kuşların olduğunu okumuştum. Orda burada birleşen dişi kuşlarmış onlar. Yavrularını kendi başlarına büyütüyorlarmış. Hatta bazı kuşlar yumurtalarını bir başka yuvaya bırakıp kaçıyorlarmış. O kuşlar kuluçkaya yatıyor ve yavruları büyütüyorlarmış. Allah’ım! Böyle anneler, babalar da var! Yaban güvercinlerim babam annem gibiydiler. Yuvayı birlikte yapıyorlardı. Yavruları da birlikte mi büyüteceklerdi?
İzlemeye devam ettim. Küçücük saksının içine yılmadan bıkmadan yerleşmeye çalıştılar. Erkek güvercin, eşini okşuyor, seviyor ona yer açıyordu. Her şeyden önce onun rahatını sağlamak istiyordu. Eşi rahatsız olmasın diye sadece saksının incecik kenarlarında durmaya başladı. İşi zordu. Sürekli yer değiştiriyordu. “Ne olursa olsun, eşimin rahat etmesi önemli” diyen tavırla bakıyordu. Bana alışmışlar, resim çekmelerimden rahatsız olmuyorlardı. Onları sevdiğimin farkındaydılar. Tuhaf! Aklıma gelenleri yazsam sayfalar yetmez. Güvercinlerim beni nerelere götürüyordu: Babamın, annemin fedakarlıkları saymakla bitmez. Hatırlıyorum; tek odalı, köşesinde toprak tabanlı banyosu olan çitten yapılmış odacığımız vardı çocukluğumda. Anneciğim hamurunu yoğurur, sabaha kadar el makinasından un kurabiyelerini çıkarır, baklava şeklinde aynı boylarda keser, tepsilere dizerdi babamla birlikte. Abimle ben uyur kalırdık onları izlerken. Çoğu kez annem babamı sabah namazına kaldırırken uyanırdım. Bahçedeki tulumbadan abdestini alan babam sevinçle namazını kıldıktan sonra tepsileri fırına götürürdü. İçine neler katıyordu annem, neden doyumsuz bir tadı ve kokuları vardı kurabiyelerin, halen çözebilmiş değilim. Babam:”Seftesi yavrularımdan, bereketi Allah’tan.” diyerek önce bizlere ikram eder, tadına baktırırdı. Sıcacık kurabiyelerin tanımsız tadı halâ damağımda. Babamın, tepsisini başına alıp satışa çıkarken mutluluğu, dilinden dökülen sözlerin, gözlerinden taşan sevginin bizlere verdiği güven; birbirimize olan sevgimizi katmerleştiriyordu. Güvercinlerim gibi geceleri o küçücük odaya sıkışırdık. Her akşam yere yataklar serilirdi. Çocuk aklımla sarayda yaşıyordum. Mutluluğun resmi çizilirse eğer, bu çit evi ve içinde bizleri çiziver derim. Mutluluk sevginin kollarında yeşerir…
Gece yarısı uyandım. Dolunay’ın etkisiydi sanırım. Balkona çıktım. A! Bak sen! Dişi güvercin erkeğine yer açmış, birlikte minnacık yuvada uyuyorlar! Daha neler görüp öğreneceğim acaba? Sonunda başardılar. Bir görmeliydin! Allah’ım o ne huzur ve dayanışma! İnsan kendi yaşadıklarını düşünmeden edemiyor. Acaba kaç evli çift böylesi birlikteliği, tutkuyu, aşkı yaşıyor? “İki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş.” İşte bu doğru! Annemle babam aklıma düştüler yine. Babam sokak sokak bir liranın peşinde koşturdu ömür boyu. Sabah namazından sonra genelde yatmaz, kahvaltısını yapar yapmaz satışa giderdi. Seyyar satıcı olarak çalışmak kolay değildi. Belediye yöneticilerinin seyyar satıcıları yasaklayacaklarını duyduğunda biraz dertlenir, ama yine de anneme; “Allah kulunun rızkını verir. Allah kerim Hatice’m. Hakkınızı helâl edin yavrularım!” diyerek evden çıkar, akşam eve geldiğinde her birimizi başta annemi öper, halimizi hatırımızı sorardı. Canım annem, bütün gün ev işleriyle uğraşır, Ege’nin meşhur yemeklerini pişirir, birlikte güle söyleye yer içerdik. Tek odalı çit evimizde saraylarda olmayan sevinci, huzuru yaşardık. Benim melek güvercinlerim! Biz insanlar sizin şu ufacık saksıda yaşadığınız gibi, elimizdekilerle yetinmeyi bilebilsek, aşkı tadabilsek, onca yuvalar dağılır ve evlatlarımız yara bere içinde kalırlar mıydı?
Ya işte böyle can! Gördüğüm ve algıladığım kadarıyla önce yuvalarına alıştılar. Doğum yaklaşmıştı. Pardon yumurtlama ve kuluçka zamanı. Okul dönüşü aklım fikrim balkondaydı. Ayakkabımı çıkarır çıkarmaz mutfağa giriyor, balkon kapısını itina ile açıyordum. Onları rahatsız etmek istemiyordum. Bana alışmaları, korkmamaları önemliydi. Elimden geleni yapıyor, sessiz olmaya özen gösteriyordum. Kâh Türkçe kâh Almanca güzel sözler ediyordum. Anlıyorlar mıydı? Galiba. Bakışlarından dost olmaya başladığımızı görür gibiydim. Öylesine candan bakıyorlar, öylesine içten gözlerini bana dikiyorlardı ki görmeni isterdim. Bu nasıl bir düzen? Nice bilinmezlere gebe? Çiçeklerime zarar vermiyorlardı. Kurdukları yuva yetiyordu. Balkonu severek temizliyordum. Hatta seviniyordum onlara hizmet ettiğim, edebildiğim için. Bu satırları okuduğuna göre duygularımı anlıyorsun. Güvercinlerim anam babam, kardeşlerim, yakınlarım, dostlarım olmuştu. Dertleşiyor, yaşadıklarımı anlatıyor, içimdekileri paylaşıyordum. Bazen şehitlerimize ağıtlar yakıyor, dağların ardındaki Anavatan’ımın sıkıntılarını sıralıyor, bazen de gurbetin artılarını eksilerini döküp sayıyordum bağrımdaki bohçadan. Anladık bakışlarla beni süzmeleri vardı ya?
Canım kanım gibi olmuşlardı. Bu meleklere isim vermeliydim. İlk aklıma gelen babamın adı ‘Adil’ oldu. Dişi güvercine Adile dedim. Arkadaşlarım geldiği zamanlar isimlerini söylemiyordum. Gülünç duruma düşerim, kendimi anlatamam korkusu yaşıyordum. Zamanla isimlerine alıştılar. Doğruyu söylemem gerek. Aslında dişi ve erkek güvercini görünüşlerinden ayırt edemiyordum. Tek ölçüm Adile’nin sıkça yatıp dinlendiğiydi. Yuvayı yaparken alt yapıyı yaptıktan sonra gerisini Adil taşımıştı. Adil yaprakları, çöpleri bulup getiriyor, Adile’nin gagasına teslim edip dönüyordu. Hayran hayran izliyordum ikisini. Okul saatlerinde, gece yarıları neler oluyor pek bilmiyordum. Geceleri gizli gizli yoklamak geliyordu içimden. İkisini birlikte görünce yuvanın içinde seviniyordum.
Mutluydular, mutluydum. Çiçeklerim, güvercinlerim, ne varsa balkonumda hepsi barış içindeydiler. Kavgasız gürültüsüz geçiyordu günlerimiz. Aile olmuştuk. Adil ve Adile birbirlerine saygılı, sevgili ve sabırlıydılar. Her ikisi üzerine düşen görevi aşk ile yapıyordu; severek, sayarak, güvenerek…