HİÇ
İşittiği sözle deliye dönmüştü. Yedi yaşındaki kızının elinden sıkıca tutarak hızlı adımlarla yürüdü. Bahçenin demir kapısını hiddetle çarparak dışarı çıktı. Her nefes aldığında kırılmış kalbi, cam parçaları gibi göğsüne batıyordu.
“Bunu bana söylerken hiç mi canları yanmadı? Hiç mi utanmadılar? İçim kavruluyor.”
Karma karışık duygular içinde ne yapacağını bilmeden sokaklarda dolaşan Nebile, kızının
“Ben artık okula gitmeyeceğim anne, ayakkabım yırtık diye alay ettiler.” sözlerini duyunca irkildi.
Kızının ayağına baktı. Dertleriyle cebelleşirken fark etmemişti ayakkabısının burnunun delindiğini. İçine hüzün çöktü. Olacak şey değildi, bir çift yırtık ayakkabı yüzünden öpmeye kıyamadığı evladı üzülmüştü. Hayat insanı nasıl değiştiriyordu. Üstelik imkânsız da değildi. Onca yaşananlar arasında biricik yavrusunu ihmal ettiğini düşününce iyice kinlendi.
“Her şey onların yüzünden. Bunca sene alın terimizi sömürdüler. Sonunda da Mustafa’mın canını yediler. Şimdi de benim kimsesizliğime göz diktiler. Ah ah anam yaşayaydı ben böyle olur muydum hiç? Analık olunca baba da babalık oluyor. Şimdi kime derdimi dökebilir, kime sığınabilirim?”
Oysa bir yıl öncesine kadar her şey daha iyiydi. On bir kişiden oluşan büyük bir aileydiler. Kaynanası, analığı kadar zalim olsa da eşi başındaydı. Koruyup, kolluyordu. Kaynanasının zulmü, kocası işten gelince bitiyordu. Hiç olmasa akşamları huzur buluyordu.
Görücü usulüyle evlenmişlerdi. Yeni yaşamlarına alışmaları zor olsa bile, zaman içinde birbirlerini sevmişlerdi. Kendisinden altı yaş büyük olan Mustafa sakin huyluydu. Anasının onca kışkırtmalarını sükûnetiyle savuşturmuştu. Yoksa neler olurdu neler.
Kenar mahalledeki evlerinde bir an olsun boş durmuyordu. İş güç neydi ki Nebile için. Gençti, kuvvetliydi. Elini neye atsa hakkını veriyordu. Ramazan bayramında kocasından merdaneli çamaşır makinesi istediğini kaynanası duyunca çok kızmış, bayramı burnundan getirmişti. “Sen ne güne duruyorsun.” demişti. Kolay mıydı onca insanın çamaşırını iğrenerek elde yıkamak… İş yapmaktan çatlak çatlak olmuş ellerle her gün büyük tencerelerde yemek pişirmek. Hele de sonbaharda kışlık salça, bulgur, tarhana, yufka yapmak. Yine de bir türlü yaranamamak…
İkinci çocuğunu ağır işler yüzünden düşürdüğünü söyleyen doktoru, kaynanası bir güzel azarlamıştı.
“Sen ne diyorsun doktor, şehir yerinde ne iş var? Ben altı çocuğu köylük yerde orak biçerken doğurdum. Bu gelin çürük desene. Ben biliyorum, beli boş onun.”
Anasına cevap vermeyen Mustafa, başı önünde onları dinlemişti. Bir an kocasıyla göz göze gelen Nebile, boynunu bükerek sessizce “Desin, sen üzülme” demişti.
“Şimdi ne oldu da kıymetlendim. Ben biliyorum sizin asıl derdinizi. Mustafa yok. Ben de o ben değilim artık. Utanmazlar. Hele dediklerine bak.” diyerek söyleniyordu.
2 / 3
“Nebile!” diyen sesi duyunca, merakını yenemeyerek geriye döndü.
“Acelem var abla.” demeği düşündü sonra vazgeçti.
“Ne bu halin, nereye gidiyorsun? Betin benzin atmış. Korkutma insanı.” Kendi halinden habersiz olan Nebile bir an ne diyeceğini bilemedi. Aralıksız soru soran eski komşusuna ne deseydi? Ardı ardına başından geçenleri mi anlatsaydı yoksa “Hiç” deyip rastgele sokaklara mı dalsaydı?
“Hiç” evet evet öyle demeliydi. O zaten bir hiçten ibaret değil miydi? Babasına göre de hiç değimiydi? Bir buzdolabı parasına vermişti tanımadığı adama. Buzdolabı eve geldiğinde “Sonunda bir işe yaradın.” demedi mi analığı?
Birkaç ay sonra bir davul, bir zurna ve on beş yirmi komşunun katıldığı kapı önü düğünüyle gelin olmuştu. Yüzünde al duvağıyla gelin arabasına binmeye hazırlanırken analığı, “Hazırlandığın odayı topladın mı?” diye seslenmişti.
Arabanın kapısına geldiğinde baba evine son kez baktı. İçten içe öz kardeşinin olmadığına sevindi. Doğup büyüdüğü bu evden geri dönmemecesine çıkarken babası nemli gözlerle bakmıştı kızına. Korkusundan alnından bile öpememişti.
Koluna giren komşusu “İnat etme de gel bize gidelim. Çay içeriz.” diyerek evine doğru yöneldi.
Oturdukları divanda yorgunluktan uyuyakalan kızının uyanmasını beklerken söz sözü açmıştı. Dertleri boncuk taneleri gibi dökülmüştü. Anlattıkça ağlıyor, ağladıkça anlatıyordu.
“Gece vardiyasında çalışırken elektrik direğinde kaza geçirip ölen Mustafa’nın senesi dolmadı abla. Verdikleri iş kazası tazminatına göz diktiler. Ama vermedim. Birde Mustafa’nın yerine beni temizlikçi olarak işe aldılar. İlkokulu bitirseymişim daha iyi bir yerde çalışabilirmişim. Allah ondan razı olsun abla yaşarken de hep yanımda oldu, öldükten sonra da. Küçük bir gecekondu alıp yanlarından ayrılacağımı söylediğimde deliye döndü kaynanam. Önce bağırdı çağırdı, sonra baktı olmuyor, alttan almayı denedi. Biliyorum abla onun derdi ne ben, ne de kızım. Onun tek derdi var o da para. Mustafa’ nın başını da öyle yemedi mi? Sırf fazla mesai parası alabilmek için yüksek gerilim hattında çalışmaya başladı. Orada çalışmak dikkat isterdi. Oysa Mustafa iki işte çalıştığından yorgun oluyordu. Ama gel anlat bu zalime. Kolunda bilezikleri çoğaldıkça iştahı daha da kabarıyordu. Sanki ben anaydım o genç gelin. Bu sabah da yapacağı en büyük kötülüğü, diyeceği en ağır sözü dedi bana.”
İki elini yüzüne kapadı. Hıçkırıklarının sesi avucunun içinde boğuluyordu. Başından sıyrılan başörtüsü omuzlarına düştü. Çelimsiz bedeninin titrediğini görünce,
“Kendine gel Nebile al bir yudum su iç, yoksa bayılıp düşeceksin.”
“Abla bu sabah bana ne dedi biliyor musun? Bu olacak şey değil. Ben buna nasıl dayanayım. Öleyim daha iyi, öleyim ben, öleyim de kurtulayım.
Bir vagon tatlı sözden sonra bana ‘Biz düşündük seni Yusuf’ a nikâhlayacağız. Mustafa’ mın yatağı soğumasın. ’ dedi. Küçük kaynım Yusuf’ a gelin edeceklermiş beni.”
Elinden düşen bardağı almak için eğilen eski komşunun sırtına sanki gök kubbe çökmüştü.
Sese uyanan kızının elinden tutan Nebile, tek kelime etmeden kapıdan çıkıp yürüdü.
3 / 3