Bugüne özel yaşanmış gerçek bir öyküyle Dünya Öykü Günümüzü kutlamak istiyorum.
Yıl 1989… Yer İstanbul… Dünyaca ünlü Meksikalı Gitarist Carlos Santana bildiğiniz gibi en iyi 100 gitarist içinde 15.sırada yerini alıyor. Hatta, 10 Grammy, 3 Latin Grammy ödüllü, söz yazarı bir dünya Jazz, Rock sahne sanatçısıdır. Ben o sıralar İstanbul’daydım. Açıkhava Konserlerini hiç kaçırmazdım. Eşimin müdür oluşu bizim için bir avantajdı. Gelen davetiyeleri dostlarımla da paylaşırdım. Yoksa neredee, o konserlere maaşım yetmezdi.
Nihayetinde beklenen sanatçı Carlos Santana konser için Türkiye’ye gelmişti. Sanatçı ilk gün serbest. Özel rehberiyle İstanbul’u dolaşıyor. İşin ilginç yanıysa; onu halktan hiçkimsenin tanımamış olmasıydı. Tabi bu duruma o da hiç şaşırmıyor. Zira Latin Rock sanatçısı. Öyle bir egoya sahip değil tabi… İstanbul’un Sultanahmet, Ayasofya, Müzeler, vs turistik ve tarihi yerlerini gezdikten sonra bir çay bahçesi gözüne ilişiyor. Dinlenmek, Türk kahvesi içmek için o çay bahçesine rehberiyle oturuyor. İmza, resim, isteme gibi halktan herhangi bir taciz de yaşamıyorlar. Rehberiyle rahat rahat köpüklü kahvelerini, bir güzel yudumluyorlar. İşte ne yaşanıyorsa o sırada yaşanıyor! Çay bahçesinin önünden geçmekte olan boyacı bir grup Roman çocuğu yüksek sesle; ” Heyy! Hello Santana! Wellcome İstanbul. I love you…” diyerek ona coşkuyla selam verip el sallıyorlar. Çay bahçesinde çalışanlar o Roman çocuklarını kovalarken arbede yaşanıyor. Carlos Santana onlara engel oluyor ve çocukların yanına gelmesini istiyor. Merakla soruyor: ” lBeni nasıl tanıdınız çocuklar?” Boya yaparken müşteriler gazete okuyormuş. Gazetede Santana’nın fotoğrafını görmüşler. Manşet haberlerde ünlü gitaristin İstanbul’a geleceğini ve bir konser vereceğini okumuşlar. Tabi onu hemen tanımışlar. Sanatçı çocukların ilgisi karşısında çok memnun oluyor. Çocuklara para vermek istiyor. Almıyorlar. Bu kez onlara gazoz ve soğuk içecekler ikram edip konserine davet etmek istiyor. Kabul ediyorlar. Roman çocukları sevinçten havalara uçuyorlar. Konser davetiyelerini veriyor. Yanlarında misafirlerini de getirmelerini rica ediyor.
Çocuklar ertesi gün hınca hınç dolmuş açıkhava tiyatrosuna geliyorlar. Tabi ünlü Jazz Sanatçısını duyan, koşmuş gelmiş. Çocuklar da saçları özenle taranmış, temiz giyinip, yanlarında konuklarıyla kalabalık gelmişler. Kapıdaki görevliler çocukların uzattığı davetiyelere el koyuyorlar. Çünkü o davetiyeler vip konuklar için hazırlanmış. Güvenlik görevlileri, “Ulan bunları nereden çaldınız?” Diyerek çocukların davetiyelerine elkoyuyorlar. Çünkü vip davetiyelerini çaldıklarını sanıp onları kapıdan kovmaya çalışıyorlar. Ama çocuklar, pes edecek gibi değiller. Bu kez hepsi Vip geçiş yerine koşuyorlar. Bu kez de orada arbede çıkıyor. Konser başlamıyor. Konuya vakıf olan Santana’nın rehberi duruma tanık oluyor. Hemen görevlilere engel olup çocukları içeri alıyor. Tabi çocukların oturacağı vip bölüme vali eşi, belediye bşk eşleri ve diğer protokol tarafından oturtulmuşlar. “Olur mu öyle şey! Biz protokolüz,” diye inatla yerlerinden kalkmıyorlar. Konu Santana’ya iletiliyor. Ünlü sanatçı öfkeleniyor. Diyor ki; ” Eğer o çocuklar benim verdiğim davetiyelere ait yerlere oturtmazsanız, sahneye çıkar bunu halka açıklar ve konseri yapmam.” Rehber ve organizasyon götevlileri şaşkındır. “Ama efendim, konseri iptal edemezsiniz. Sonra çok yüklü bir tazminat ödemek zorunda kalırsınız.” Santana sesini yükseltiyor: “… Git o çocukların yerlerine oturanlara söyleyin, benim misafirlerime kimse saygısızlık yapamaz. Tazminat falan umrumda değil. Öderim olur biter.” Sözlerini şöyle sürdürüyor: “Eğer sahneye çıktığımda o çocukları ön koltuklarda göremezsem, tek bir nota dahi çalmam, ona göre…”
Tabi bundan sonra kıyamet kopuyor Açıkhava Tiyatrosunun ön koltuklarında. Tüm protokoldeki elti, bacı, bacanak, yenge, hala ve teyzeler tek tek kaldırılıyor. Santana sahne aldığı zaman bakışları ön koltukları tarıyor. Dünkü çocukları görünce yüzü ışıyor. Bir eliyle gitarını tutarken. diğer elinin başparmağını kaldırıp “ok” işareti yapıyor. Roman çocukları ıslıklarıyla ona karşılık verip alkışlıyorlar… O akşamki sanatçının bu davranışı takdir edilecek bir onur savaşıydı adeta. Bu hadiseyi duyunca onu çok takdir etmiştik. Bir sanatçıyı başarının zirvesine halk taşır. Her ne kadar güzel sesi olursa olsun, her ne kadar çaldığı enstrumanı mükemmel çalarsa çalsın, eğer o sanatçı gerçek yaşamda da halkın içinde yer almalı ve o alkışları hak etmelidir.
Aklıma gelmişken yazımın finaline şık bir anekdot iliştireyim. Ünlü bir Orkestra şefi konser sonrası, halkın yoğun ilgisi ile karşılaşıyor. Herkesin elinde imza için sanatçının bir resimi bulunmakta. Sıra 10 yaşlarında bir çocuğa geliyor. “Sen yaz ben imzalarım çocuk,” diyor. “Hayır efendim siz yazıp siz imzalayacaksınız!” Diye ısrar edince sanatçı; “Ama ben yorgunum çocuk. Hadi uğraştırma da yaz.” Çocuk; “Ben sizden daha çok yorgunum efendim. Lütfen …” der demez, sanatçı hayretle soruyor: ” Konseri veren benim. Saatlerce ayakta kalan benim. Sen nasıl yorgun olabilirsin ki, çocuk?” Küçük çocuk ısrarla şu sözleri söylüyor: “Sizi ayakta alkışlamaktan ellerim yoruldu efendim.!.” Tabi bu konuşma sonrası çocuğun zekası hoşuna gidiyor. Çocuğun olduğu resme yazıp imzalıyor.
Emine Pişiren/Kocaeli