Çocuktum. Bir yaz günü her tarafım sırılsıklamdı. Babam iki katlı evimizi Ermenilerden satın almıştı. Eski ve ilginç bir mimarisi vardı. İlk kez içeri girdiğimde gördüğüm büyükçe bir hol ve altı odaya açılan kapılardı. Kapı boyları yüksek ve göz alıcı oymaları vardı. Holün açıldığı bir odadan bahçeye geçebiliyorduk. Geniş bahçede en çok ceviz ağacı vardı. Sonradan öğrendim ki, ceviz ağaçları Ermenilerin bulunduğu yeri gösteren bir nevi kutsal ağaçlarmış. Elma ve armut ağaçları da yok değildi. Bahçede duvara yakın kuyu ilgimi en çok çeken yerlerdendi. Bu arada biz beş kız üç erkekle kalabalık bir aileyiz. Adım Ayla. Kız kardeşlerimin çoğu okuyor, büyük ağabeylerim ise Almanya’da çalışıyorlar. Ablam ise eski bir makineyle evimizin bir odasında dikiş dikiyordu. Evimize gelen kadınlar ablama provalarını yaptırırken onu bir çırak gibi izlerdim. Öğrendiğim ancak yapma fırsatını bulamadığım sanatımı ablama borçluyum. Bahçemiz demiştim. Öyle büyük armut ağaçlarımız vardı ki, küçüklüğümde bana devasa gelirlerdi. Meyveleri iri ve suluydu. Olgunlaşıp dallarından düşenleri alıp yemek çok keyifliydi. Çilek, şeftali gibi meyveler buralarda pek yetişmezdi. Zira bulunduğumuz şehir yüksekte ve kışları oldukça sertti. Mahallemizin çocukları güya gizliden gizliye bahçemize girdiklerini zannederlerdi. Ağaçların tepesine bir baykuş gibi tüneyip yanlarında getirdikleri torbaları aceleyle doldururlardı. Babam onları uzaktan gülerek izlerdi. Bir keresinde şaka olsun diye, ağacın altında oyalanmış, çocuklar ağacın tepesinde uzun süre mahsur kalmışlardı. Aralarından bir çocuk işeyince tam altındaki babamı da ıslatmıştı. Babam yine de hiçbir şey olmamış gibi sakince uzaklaşarak onlara kaçmak için bekledikleri fırsatı vermişti.
1970’li yıllarda mahallemizde farklı inançlara sahip insanlar otururdu. Alevi’si, Sünni’si ve Ermeni’siyle hep birlikte birbirimize komşuyduk. Komşuyduk derken günümüzde birbirlerine uzak, hatta aynı apartman içinde birbirini tanımayan türde komşuluk gibi değil. Annemler, yemek yaptığında bir kaba doldurup üstünü örterek komşularımıza götürmemizi isterdi. Onlardan gelenler de eksik olmazdı. Alis Ermeni ve benim en yakın arkadaşımdı. Annesi bizim yemeklerden yapsa da, evimizde hiç yapılmayan bambaşka yemekler yapardı. Bir bayram günü geniş mutfaklarına girmiştim. Annesi telaşla hazırlık yapıyordu. Tabaklara sıra sıra dizilmiş yemekleri bilmiyordum. Alis’le odasında oyun oynuyorduk. Annesi elinde tepsiyle içeri girdi, hoş bir koku burnuma doğru yaklaşıyordu. Karnımın açlığı arasında yutkunup duruyordum. Masaya konulan tabaklara bakıp, “Bu ne teyze?” dediğimde, “Tulu Kebabı kızım.” dedi. Tıpkı bizim kebaplara benziyordu ama kokusu biraz farklıydı. Sordum, içine tarçın koyuyorlarmış. Kebabın yanındaki Rum salatası ve aşure ise çok süslüydü. Annemle babam, inanç ayrımı yapmadan kimin bayramı olursa olsun, kutlamaya giderlerdi. Onlar da bizim bayramlarımızda gelirlerdi. Alislere giderken özellikle beni götürürlerdi. Babamlar sohbet ederlerken biz de ayrı bir odada oyun oynardık. Ziyaretlerimiz genelde öğle sonları olurdu. Çünkü onlar bayram sabahı erkenden kilisede verilen yemeğe giderlerdi. Evleri bizimki gibi eski ama sapasağlamdı. Ahşap pencerelerin kenarları oymalıydı Yukarıdan aşağıya doğru kapanırdı. Giriş kapısı ise bir kuşun kanatları gibi iki yana açılırdı. O da ahşap, oldukça yüksek ve göz alıcı işlemlere sahipti. Belki de çocuk oluşumdan bana öyle geliyordu. Kapı tokmağı ise her iki kanatta birer tane olmak üzere demirden ağzı açık aslan motifli ve korkunç görünümlüydü. Alis’i görebilmem için mutlaka onlara dokunmam gerektiğini bilsem de elimi süremezdim. Minik ellerimle kapıya cılızca vurduğumda, çıkan sesi ben bile zor işitirdim. Bağırdığımda, annesi pencereyi yukarıya doğru kaldırıp “Tamam kızım bağırma Alis’in babaannesi uyuyor. Hemen geliyor!” diye uyarırdı. Beklerken, aslanlara bakmak istemesem de gözlerim onlara kayardı. Bir gece rüyama girdiğinde korkudan avazım çıktığı kadar bağırmışım. Annem koşarak gelmişti. Yanıma yattığında onun sıcaklığı ile tekrar uykuma dalmıştım. Alis gerçekten güzel bir kızdı. Sarışın ve çağla yeşili gözleri vardı. Kaşlarının kavisli oluşu ona ayrı bir güzellik katıyordu. Annesi saçlarını iki taraflı örüp öyle sokağa gönderirdi. Örgüleri fabrikadan çıkmış gibi orantılıydı. Güneşte ipek gibi parlardı. İyi giyinirdi. Sarı elbisesi ona çok yakışıyordu. İlk kez giydiği eteğinin uçları fırfırlıydı. Sağa sola dönerek havalı havalı yürürken, eteğinin uçları bir oyana bir bu yana sallanıp dururdu. Güler yüzlüydü. Onunla evimizin arka bahçesine serdiğimiz kilimin üstünde saatlerce oturur, birbirimize masallar anlatırdık. Yanımıza gelen arkadaşlarla o gün canımız hangi oyunu istemişse onu oynardık. Çok eğlendiğim ‘cüz’ oyunuydu. Bu oyunu bana Almanya’ya en son giden ağabeyim Mustafa öğretmişti. İki kişiyle ve yirmi dört taşla oynanırdı. Her oyuncu bir misket büyüklüğünde on iki taşı eline alır, oyun taraflardan birinin karelerin içine ilk taşı koymasıyla başlardı. Oyunculardan biri kendisine ait üç tane taşı yan yana getirdiği zaman cüz olurdu. Karşı tarafın dizmiş olduğu taşlardan dilediği bir taşı alır, elindeki taşları dizme işlemi tamamlandıktan sonra oyun esnasında oyuncu kendine ait dizmiş olduğu taşları aşağı yukarıya sağa sola çekerek cüz arar ve her cüz yaptığında karşı tarafın taşlarını eksiltmeye çalışırdı. Bunu yaparken karşı tarafın cüz yapmasına da engel olmak zorundaydı. Üç taşı kalmayan oyuncu oyunun mağlubu olurdu. Bu oyunu benimle Alis’ten başka oynayan yoktu. İp atlama, beş taş, bezirgancı başı, el el üstünde, mendil kapmaca, kör ebe, sobe ve saklambaç en çok oynadığımız diğer oyunlardı. Yumurta oyunu da çok hoşumuza giderdi. Ağzımıza aldığımız tahta kaşıklara koyduğumuz yumurtaları kırmadan varış yerine kadar götürmek hiç de kolay değildi. Bazı arkadaşlarımız güldüklerinde yumurtaları daha yolun başında yere düşürüp ortalığı berbat ederlerdi. Yumurta dedim de aklıma Alislerin Surp Zadik dedikleri yumurta bayramlarını anımsadım. Yumurta onlar için kutsaldı. Bir gün merak edip Alis’in babasına “Amca neden yumurta bayramı diyorsunuz?” dediğimde, tombul yüzündeki gülümsemesiyle anlatmıştı. “İnancımıza göre bu bayramı, Hazreti İsa’nın yeniden diriliş günü olarak kabul ederiz. Bizdeki adı, Kristos Haris-ı merelots’tur. 15 Nisan günü kutlarız. Yumurtaya gelince, o gün geldiğinde insanlar birbirine kırmızı yumurta armağan ederler. Ancak bu âdet sonradan değişti ve yumurtayı değişik renge boyayanlar da oldu. Yumurta dünyayı simgeler. Dış kabuk gökyüzünü, zarı havayı, akı, denizleri, sarısı ise yeryüzünü simgeler. Gelelim dışının neden kırmızıya boyandığına. İsa’nın kanını tüm dünyanın kurtuluşu için akıttığını simgeler. Üç gün sonra bu bayramı kutlayacağız.” Anlattıkları ilginçti. Ertesi gün kahvaltı soframızda yumurta vardı. Önüme konulan yumurtanın dış kabuğu beyaz ve sıcacıktı. Uzun süre boyunca ona öyle dalgınca bakmışım ki, annemin bana seslendiğini bile duymamışım. Annem yumurtayı tabağın kenarına birkaç kez vurup çatlatmıştı. Önüme koyduğunda, birden Alis’in babasının söyledikleri aklıma düştü. Akı dediği kısım katıydı. O anda aklıma denizler geldi. Denizin adını derste öğrenmiştim. Öğretmenimiz yerlerini haritada göstermişti. Hiç deniz görmemiştim. Nasıl bir yerdi ki? Doğrusu çok merak ediyordum. Annem yumurtanın kabuğunu çatlattığında dünya da parçalanmış oluyor muydu? Çocuk aklımla bunları düşünürken bugün yaşadığım insanlık dışı olayları gördükçe, o yıllardaki düşüncelerimin doğru olduğunu anlamıştım. Dünya öylesine kötüydü ki, Alis’in babasının anlattığı yumurta, bugünkü dünyaya hiç benzemiyordu. İçindeki sarısına baktım. Yeryüzü de sanıldığı gibi mutlu değildi. İnsanlar sürekli birbiriyle yarış ve didişme içindeydi. Açlık ve savaşlar hiç bitmiyordu.
İki gün sonra yumurta bayramı başlamıştı. Doğrusu neler olacak, çok merak ediyordum. Sabahın ilk ışıklarında Alis kapımızı çalmıştı. Yine her zamanki gibi çok güzel giyinmişti. Kolunda süslü iki sepet vardı. “Hayırdır Alis, onlar da nesi?” dediğimde, “Gel sana da bir sepet ayarladım. Birlikte yumurta toplayacağız.” diye yanıt verdi. Annem arkama dikilmişti. Ne yapması gerektiğini biliyordu. Mutfağa gidip iki kırmızı yumurta ile gelmişti. ‘Ne ara boyamıştı?’ diye aklımdan geçirdim. Sanırım onları geceden hazırlamıştı. Yumurtaların birisini Alis’in diğerini de benim sepetime bırakmıştı. Alis’le birlikte kolumuza taktığımız sepetlerle sokakta kapı kapı dolaşmaya başladık. Sokağımızda birçok Ermeni oturuyordu. Kapılarını çaldığımız her aile sepetimize rengârenk boyanmış yumurta bırakıyordu. Sokağın sonuna geldiğimizde sepetlerimiz iyice ağırlaşmıştı. Çalacağımız kapılar bitince Alislerin evine geri dönmüş, yumurta sepetlerimizi annesine teslim etmiştik. Annesi bizi salondaki masaya oturtup paskalya çöreklerini önümüze bırakmıştı. Şekerli ve üstü çok güzel kızarmıştı. Susamı boldu.
Alislerin kutladığı bir diğer bayramları da Vartavar, yani ‘Islatma Bayramı’ydı. Bu bayramları yumurta bayramlarından daha ilginç ve daha neşeli geçiyordu. Oldukça eski, on bin yıllık bir geleneği olan bayramlarıymış. Nuh Tufanı’yla ilgili bu bayramın en belirgin özelliği insanların birbirlerini ıslatmasıydı. Bayram geldiğinde, sokağımızdaki insanların neşesi görülmeye değerdi. Büyük küçük demeden herkes ıslanmadan payını alırdı. Evlerin kapı arkalarına gizlenen kovalara doldurulmuş sular bir silah gibi tetikte bekletilirdi. Sokağımızın sonunda oturan çok güzel bir kadın vardı. Kapısını tıklattığımda karşıma güler yüzüyle dikilmişti. Yüzünden ne yapacağını anlamak mümkündü. Kapıyı hafifçe aralık bıraktı. Gittiğini zannetmiştim. Elindeki sürahiyle karşıma dikilmişti. Kaçmama veya gizlenmeme fırsat vermeden sürahideki suyu yüzüme doğru fırlattığında her tarafım sırılsıklam olmuştu. Ben de ona, arkamda sakladığım küçük sürahideki suyu yüzüne doğru fırlattım. O an öylesine yüksek sesle gülmüştük ki, pencerelerinden bakanlar da bize katılmıştı. Sular saçlarımızdan damlıyordu. Kadının elbisesi vücuduna yapışmış, koca memeleri iyice belirginleşmişti. Daha sonra gülücükler arasında birbirimize öyle sarıldık ki, ıslaklığımızla sevgimiz birbirine karışmıştı.
Alis’le gittiğimiz kilise gül yaprakları ile donatılmıştı. Ermenice Varta, gül demekmiş. Dağıtılan gül suyu ile birbirlerini ıslatırlarmış. Zamanla bu su ıslatmaya dönüşmüş. Çünkü İsa Mesih, insanlara “Çocuklar gibi olmanız gerekiyor.” mesajını vermiş. Bu bayramda yolda yürürken ansızın üstünüze bir kova su dökülürse şaşmamak gerekirdi. Daha eskilerde insanlar atlarıyla dere kenarlarına giderlermiş. Birbirlerini atın sırtındayken dereye düşürmeye çalışırlarmış. En son kalana da ödül verirlermiş. Evlenme tarihlerini Vartar’a denk getiren gelin ve damada sepet dolusu kayısı, kiraz gibi meyveler sunulur, genç kızların saçlarına güllerle bezenmiş taçlar takılırmış. Ah o eski bayramlar! Bizim Ramazan Bayramı geldiğinde, Alis’ler gibi birçok Ermeni komşumuz evimize gelir, bayramımızı kutlardı. Annem, onlara yaptığı dolma, içli köfte, su böreği ve tatlıdan ikram ederlerdi. Ailelerimiz sohbet ederken biz de Alis’le birlikte tıpkı sepetlerimizle yumurta topladığımız gibi elimizde naylon torbalarla komşuların verdikleri birbirinden renkli şekerleri toplardık. Yıllar sonra hayat bizi farklı yerlere sürükledi. Alisler anarşinin mahallemizde kol gezmesinin ardından evlerini satıp Ermenistan’a taşınmak zorunda kaldıklarında, yüreğimden bir parçanın koptuğunu hissettim. Alis benim sabahlarımın beklentisiydi. Oyun arkadaşım ve sırdaşımdı. Hayallerimi hep onunla paylaşırdım. Yumurta ve şeker, bizi birbirimize bağlardı. Onun bayramı benim bayramımdı. Çünkü onu o gün neşeli görmek, beni de mutlu ediyordu. O da bizim bayramımızda mutluydu. Alis’in evlerini alan yan komşumuz Ali Amcalardı. Kiraya vermeyi düşündüklerini annem söylemişti. Evin kapısı uzun süre kapalı kaldı. Evlerine penceremizden sarkarak bakardım. Her an Alis’in dışarıya çıkacağını hayal ederdim. Birazdan gelip kapımızı çalacak, “Cüz’e var mısın?” diyecekti. Ama ne gelen vardı ne de giden! Bazı zamanlar kapılarının önüne gider, tıklatır ve her an çıkacak diye, bir süre beklerdim. Çıkmadığında “Alis! Alis!” diye bağırır, yukarıya baktığım pencere açılmayınca kapının önüne oturup akıttığım gözyaşlarım Alis’in küçük adımlarının izlerine düşerdi. “Ah Alis Ah! Neden gittiniz ki?”
Uzun bir süre kendime gelemedim. Zaman her şeyin ilacı derler ya, öyle oldu. Yıllar hızla geçiyordu. Artık büyümüş ve veteriner olmuştum. Hayvanları çok sevdiğimden bu bölümü isteyerek seçmiştim. Şehrin seçkin bir mahallesinde klinik açtım. Alislerin evine birkaç kiracı gelip gitmişti. Yeni taşınanlar ise çok uzaklardan gelmişti. ‘Çin’ sözcüğünü tıpkı denizler gibi okulda öğrenmiştim. Kocaman sınırları olan bir ülkeydi ve öğretmenimiz milyarı aşan bir nüfustan bahsediyordu o yıllarda. Onların da çocukları çoktu. Annemlerle bir gün ‘hoş geldin.’ için gittiğimizde Alis’e çok benzeyen küçük çocuğunu görünce yüreğimin atışına engel olamadım. Çok heyecanlanmıştım. Esmerdi. Siyah saçları düz ve uzundu. Eve girince Alislerin eşyalarından eser kalmadığını gördüm. Eşyalar gözüme farklı gelmiş, ortama içim ısınmamıştı. Bir köşeye yığılan yatak ve yorganların görüntüsü hiç de hoş değildi. İçeriye ağır bir koku sinmişti. Oysa ki Alis’in annesi çok temizdi. Evlerine girdiğimde öylesine güzel kokardı ki, ayrılmak istemezdim. Adını öğrendiğim Ayımça’nın saçlarını gözlerim kapalı okşadım. Yumuşaklığı tıpkı Alisin ki gibiydi. Bir anda eski günler gözümün önünden kayıp gitti. Sohbeti dinliyordum. Ayımça’nın Babası Çin’de yaşadıkları Kaşgar’ın, Müslümanlar için artık yaşanacak bir yer olmadığını, polislerin yaşadıkları şehirde her an enselerinde olduklarından bahsederken, annesi “Şehrimizin dört bir tarafı polislerle kuşatılmış ve şehre girebilmek için kimlik kontrollerinin yapıldığı noktalar kurulmuştu. Buraya adımımızı attığımızda öyle kafamız önümüzde olmazdı. Polislere düzgün poz vermek zorundaydık. Başımızın dik olmasını isterlerdi ama yüreğimiz yerlerde sürünüyordu. Kabullenmek öylesine zordu ki…” derken gözyaşlarına engel olamamıştı. “Durun ben size çaylarınızı getireyim.” diyerek mutfağa yöneldi. Babası heyecanla anlatmaya devam etti. “Bulunduğumuz yer Çin’in uzak batısındaydı. Uygur, Kazak ve Tacikler kendi kültürleri içinde yaşarlar. Yaşamak denirse tabi! Çinliler bizleri izlemek için Mahalle İzleme Komiteleri oluşturdular. Sayısız polis ve resmi gözlemci ordusu bizleri sorguluyor, gecenin bir yarısı evlerimize girip arama yapıyorlardı. Şüphelendiklerini gözaltına alıyorlardı.” Babama baktım. Yüzü çok tuhaf olmuştu. Bir ara kalbini tuttu. Daha önce de iki kriz atlatmıştı. Bu anlatıların onu üzeceğini ve her an bir kalp krizi daha geçireceğini düşünerek ortamı değiştirmek için bahçelerindeki köpeklerinden bahsettim. Cinsinden bilgiler verdim ama ev sahibi öylesine doluydu ki, anlatmaya devam etti. “Tutukladıkları çocukları yetimhanelere götürüyorlardı. Kimlerin çocukları gitmedi ki? Sayıları kaç? Bilen yoktu! Daha sonra duyduk ki, bu sayının yedi binleri bulduğu söyleniyordu. Şehrin her tarafı kameralarla donatılmıştı. Bir sokakta yirmiye yakın kamera vardı. Sokak girişlerinde, camilerde, dükkânlarda her yerdeydi. Yani devlet balyoz gibi ensemizdeydi. Benim ufaklığı okulda sıkıştırıp ‘Aileniz evde size Kur’an okutuyor mu?’ diye sormuşlar.” Mutfak kapısı açılınca evin hanımı rengârenk elbisesiyle tepsiyle getirdiği çay ve annemin yaptığı börekleri herkesin önündeki sehpaya bırakıp yerine oturdu. “Hiç sormayın, bunca baskıya rağmen hayat yine de öyle böyle devam ediyordu. Bizim pazarlarımız çok ilginçtir. Her çeşit ürün vardır. Buradaki pazarlara hiç benzemez. Bizde büyükbaş hayvanların satıldığı yerler bile vardır. Çok hareketlidir.” dedikten sonra eşi kafasındaki sarığı bir kenara bırakıp, “Bakın şu kafama! Sakın kel olduğumu düşünmeyin ha…” diye güldü. Bizim oralarda böyle tıraş olunur. Gelirken pazarda oldum.” Babam, “Pazar da mı?” diye merakla sordu. “Evet ya… Bizim berberler pazarlara gelir. Pazarın bir köşesinde güneşliklerin altına konulmuş dört beş sandalye ile olur size bir berber dükkânı! Berberler ellerindeki usturalarla bu işi oldukça hızlı yaparlar. Hemen hemen hiç boş kalmazlar. Hatta kafasını kazıtacaklar sıra olur. Sakal tıraşı olan pek yoktur. Sandalyeye her oturan çıplak bir kafa ile kalkar berberin önünden.” Yeni komşumuz konuştukça Kaşgar’ı merak etmiştim. Okulda edebiyat dersinde Kaşgarlı Mahmut’u öğrenmiştim. Onun ünlü bir dil bilimcisi olduğunu ve Divânü Lügati’t Türk” adlı bir kitabı olduğunu biliyordum. Babamlar konuşurken telefonuma ‘Kaşgar’ yazıp bekledim. Gelen yazıda şunlar yazıyordu. “Duvarların arasındaki Kaşgar, Karahanlılar’ında merkezidir. Dört mevsim karla kaplı ve görkemli Pamir ve Tanrı Dağları’nın etekleri ile dünyanın en vahşi çöllerinden Taklamakan’ın arasındaki bir vahada bulunur. Kaşgar Uygurluların da gözbebeği olup, İpek Yolu’nun da efsanevi duraklarından birisidir. Şehrin merkezi on binlerin Cuma Namazında doldurduğu İdgâh Camisi’nin bulunduğu yer ile onun etrafına yayılan çarşılarıdır.” Kafamı kaldırıp babama baktım, iyiydi. Pür dikkat anlatılanları dinliyordu. Kalktığımızda gün de yeni bitiyordu. Kapıya yönelirken mutfağa baktım, Alis’in annesin yaptığı yemeklerin kokuları hâlâ burnumda tütüyordu. Ah Alis, ah!
Ertuğrul ERDOĞAN
yirmiüçnisanikibinondokuz.