Gezi Parkı’na yapılan saldırı ile birlikte, buyurgan ve herkese tepeden bakan Erdoğan’a karşı toplumda, özellikle gençlikte biriken öfke dalga dalga tüm Türkiye’yi sardı. Tüm anketlerin ortaya koyduğu gibi bu bir örgüt hareketi değildi. Katılımcıların çok küçük bir kısmı dışındakiler bu mücadeleye bireysel olarak, özgür iradeleri ile katıldılar. Hareket öylesine meşru ve haklı bir konumda gelişti ki, hükümetin itaatkar yayın organlarını kullanan yazarlar bile bu buyurgan tavırdan rahatsızlıklarını dile getirmek zorunda kaldılar. Televizyonlar, gazeteler hatta bazı bankalar özür dilemek zorunda kaldı. Böylesi büyük bir eylemin bizzat hükümet içinde bile –şimdilik çok küçük olsa da- çatlaklar yarattığını tahmin etmek güç değil.
Şimdi burada bir parantez açıp, Gezi Direnişi öncesine dönmek istiyorum. B ülkede yüz yıllık bir askeri vesayet rejimi ve bir derin devlet yapılanması olduğunu, son yıllarda, yani Ergenekon süreci ile birlikte bu yapılanmaların büyük ölçüde açığa çıkıp birçok unsurunun tutuklandığını hepimiz biliyoruz. Yine bu tutuklanma sürecinden önceki darbe hazırlıklarını, bu darbeye kitle tabanı yaratabilmek için örgütlendiği daha sonra ortaya çıkan “Cumhuriyet Mitinglerini” unutmadık. Darbeciler tutuklanmaya başlandığında onlara avukatlık ve üye olmak için sıraya giren parti başkanları, halen bayraklarıyla Gezi Direnişçileri arasında yer tutmaya çalışan İP’lileri, ipsizleri, darbecilerin “askerlerini” de.
Onların, Gezi Direnişi’ni esas olarak, hatta sadece “AKP düşmanlığı” temelinde darbecilerin yedeğine taşımaya, barış sürecini sabote etmeye çalıştıklarını anlamak için kahin olmaya gerek yok.
Hareketin büyük ölçüde örgütsüz insanlardan olduğunu yazdım, ama bu durum hareket içinde oldukça fazla devrimci sosyalist, çevreci, demokrat, darbe karşıtı örgütlü insanların bulunduğu gerçeğini yadsımıyor. Bu örgütler, bağımsız devrimci demokratlar, çok hızlı bir şekilde, çok yalın birkaç talebi öne çıkarıp hiç vakit kaybetmeden bu talepler etrafında güç birliği yapmalı direnişçiler arasında yaygınlaştırmalıdır. Bunu geciktirmenin ağır bedeli de olabilir. Bu talepler sekter ve eylemin karakteri ile uyumsuz talepler olmamalıdır. Yazımın başlığında belirttiğim üç talep –bence- yeterlidir. Bu kadar kısa bir dönemde, bu talepleri durmadan genişletmek, hatta “AKP istifa” (*)gibi baştan kaybetmeye mahkum ekler yapmak maceracılıktır, yenilgiye kapı aralamaktır. Gerçekçi olan: Gezi’de direnmek, özgürlüklerde direnmek, buyurgan dile direnmek veBARIŞA EVET’İ ÖNE ÇIKARMAKTIR. Bu başlıklarda kazanılan bir mücadele ortaya mutlaka, kitlesel ve demokratik yeni bir örgütlenme çıkaracaktır.
Marks “Sosyalistlerin işçi sınıfının çıkarlarından başka çıkarı yoktur” demişti. Biz devrimcilerin, sosyalistlerin, demokratların da özgürlüğü için sokaklara dökülen yüz binlerce eylemcinin çıkarlarından başka çıkarımız yoktur. Bu yazım, içinde çok yakın arkadaşlarımın bulunduğu YEŞİLLER VE SOL GELECEK, DSİP, ÖDP gibi barışa destek veren sol örgütlere bir çağrı olarak da okunabilir.
(*)Troçki, Almanya Sosyalistlerinin 9 ağustos 1931 de Prusya’nın Sosyal Demokrat hükümetine karşı gerçekleşen referandumdaki tavrı üzerine; “ Sosyal Demokratlara ve merkez partisine karşı, faşistlerin yanında plebisite müdahalenin, Sosyal Demokrat ve Hıristiyan işçiler ile birleşik cephe politikasının nasıl bir uygulaması olduğunu hiç bir proleterin kafası almayacaktır. Güçler ilişkisi bakımından, Brüning-Braun hükümetinin yerini ancak Hitler-Hugenberg hükümetinin alabileceği bir anda “kahrolsun Brüning-Braun hükümeti” sloganı ile sokaklara dökülmek yoldan çıkmış bir maceracılıktır” demişti. Barış sürecinin en yakıcı ve tayin edici bir politik talep olarak ortada durduğu şu anda taleplerimizde direnmek yerine -CHP-MHP ve darbecilerden başka alternatif yokken- “AKP yıkılsın” sloganını öne çıkarmak da aynı ölçüde maceracıdır.