İnsan, insanla var olur.
Konuşup paylaştıkça hem kendini , hem de çevresindekileri farkeder, hayat anlam bulur.
Dokunur yanındakine biri, yanındaki diğeri ise öbürüne.
Bulaşıcıdır çoğu şey. Tabii ki iyilik ve güzellik de.
Yaşam, her şeyi görebileceğimiz, yaşayabileceğimiz kadar uzun değil ve yaşanmışlıklarımız belli yaşayacaklarımızsa belli değilse uzat elini yanındakine.
Aslında her insan bir roman, bir kitaptır önümüzde. Okumasını bilene.
Her kitap hem kendimize yolculuktur, hem de başka kapılar, başka pencereler açar önümüzde.
Bilinçaltına attığımız korkularımız, sevinçlerimiz, belki de önsezilerimiz ve yaşamımıza dair imgelerdir rüyalar. Ya da en azından benim için öyle.
Hayatıma giren güzel dostlardan birinin armağanı olan, Doris Lessing’in “Hayatta Kalma Güncesi” kitabındaki odalarda gezerken, kendi rüyalarımdaki odalarımı gördüm ben de.
Kocaman dağınık bir salonun ortasında karmakarışık bir yük ve o yükün altında bir kadın.
Nefes almak için başını çıkarmaya, yardım bulmak için elini uzatmaya çalışır durmadan. Çığlık atmak istese de beceremez, sesi çıkmaz, duyulmaz hiç bir zaman. Sonra bir mucize olur, nefes almaya başlar yüklerin arasından. Bir gayret ayağa kalkar, yürümeye başlar o an.
Yürüyen diğerlerini görür sonra, belki de koşan.
Yaklaşır birine, sonra diğerine. Herkesin arkasında bir kapı. Kapıların ardında ise kapalı pek çok pencere. Yetinmez, nefes almak, yaşamak lazım; tek tek açar hepsini ve
güneş girer odalardan içeriye. İşte o zaman, gün ışığında fark eder odadaki aynaları.
Baktığı her aynada kendini bulur, yaşadıklarını ve yanındaki dostları.
Yaşam yeniden başlar, bulmuştur artık aradığını.
İşte bu benim odamdı.
Lessing kitabın bir yerinde;
“Geçmişi düşündüğümüzde ilk idrak ettiğimiz de budur; farklılıklarımız değil, benzerliklerimiz.” demiş.
Ne kadar doğru.
Kitaba dönecek olursak; bu distopik romanda kahramanlara ait farklı odalar görürsünüz. Kendinizi hem dünü, hem bugünü, hem de yarını sorgularken bulursunuz. Romanda görünmeyen, çok da söz edilmeyen, belki de korkulan tedirgin olunan, yetkili “konuşanlar” dır gerçek anlamda yaşama hakkına, yemeye içmeye, gezmeye, giyinmeye sahip olan. Onlar hayali bir dünya, yaşadıkları yere, ülkeye dair hayaller sunarlar herkese.
Sonra hiç bir şey yokmuşcasına, her şey normalmişcesine olağan hayatlarına devam ederler.
İnanılırlıklarını yitirmişlerdir çoktan.
Bir de gerçeklerle yaşamak zorunda olanlar vardır. Hayatta kalma mücadelesinde, açlıkla, yoklukla, korkuyla sınanan. Daha dünlerde bolluk çağında yaşamış orta sınıfın ve yoksulların çöküşü, “tüket tüket” mantığıyla alınmış bir çok eşyanın işlevsizleşip kalması, açlık, barınma ve enerji problemi, koca binaların karanlık hayaletlere dönüşmesi, şehirlerde yaşam umudunun yitmesidir olan.
Güvenlik yoktur, can güvenliği yok, çocuklar bile çocuk değildir. Kabileler vardır ortalıkta. İlkel hayatlardır artık söz konusu olan.
“Konuşanlar” ise başka yerlerdedirler. Yönetime karşı gelinmedikçe, yerleri tehlikede olmadıkça görmez duymaz işitmezler çoğu zaman. Umudunu kaybetmiş insanların şehirlerden köylere doğru göçüdür çoğu kez yaşanan. Peki ya yaşanacak köy de kalmadıysa?
Nobel ödüllü yazarın bu çarpıcı distopik romanını kaçırmayın derim.
Böyle bir kıyamet senaryosu ise uzak dursun hepimizden.
Herkes için adil, huzurlu, güvenli, sağlıklı, eşit, özgür günler ve yarınlar dilerim.
Romanın başında balıklardan bahseder Lessing, ben de haddim olmasa da buraya balıklarla ilgili bir kaç mısra ilave edeyim;
“Aslında aynı denizde yüzerken hepimiz,
Aynı balıklara eşlik ederiz.
Kimimiz mavi görürüz
Sarı ya da kırmızı kimimiz.
Aynı denizde,
aynı yöne yüzdüğümüzü,
aynı balığı gördüğümüzü çoğu kez fark etmeyiz.
Mesele o ki,
o balıklar ölmeden,
o deniz tükenmeden,
yaşam henüz ve hâlâ ellerimizdeyken
fark etmeyi bilmeliyiz..
Hiç birimiz yalnız değiliz..”
Sevgi ve saygılarımla.