Hatıra defteri dışının cazipliği kadar, içindeki hikayeler de ilginçti. Defter, hayatı tanıyan ve güzelliğinin farkında olan birine aitti. Yaşantısını özetlediği hikayelerinde, doğa ve insan sevgisini yansıtıyordu.
Sahaf, satın aldığım kitaplarla birlikte, hatıra defterini de verdiğinde, içim bir tuhaf oldu. Heyecanlandım. Yaşayan mı, yoksa yaşananlar mı öncelikle terk etmişti bu dünyayı, diye aklımdan geçti.
Defterdeki ilginç hikayelerden örnekler vermek istiyorum.
Anadolu’nun kasaba ve köylerinde karşılaştığı olayları hikâye etmişti. 1945 – 1950 yılları arasıydı. Diye başladığı hikâyesinde kendisinin yarbay olduğunu belirtiyordu. O yıllar, ikinci dünya savaşının getirdiği yoklukların atmosferi hüküm sürüyordu.
Atatürk’ün genç Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşın güvenliğini, korunmasını ve kalkınmasını sağlamaya çalışıyordu. Kasaba ve köylerde yapılması gerekenleri merkeze aktarıyoruz. Özellikle uzak erişimi zor olan köylere öncelik tanıyoruz.
Tepelerden zümrüt gibi görünen vadiyi kucaklamış köye indik. Öğleyin biraz geçiyordu. Köyde başta muhtar olmak üzere çok iyi karşılandık. Hükümet buralara gelirmiş dediler. Köyün meydanında oturduk. Muhtara sorduk ve anlattı. Acil ihtiyaçları, derenin üzerine köprü, yıkılmakta olan eski deponun okul olarak yapılmasını ve yolların taş döşenmesini istedi.
Muhtara, üç isteğinizi arkadaşlarımla üstleniyoruz. En kısa zamanda başlayacağız, sözünü verdik. Ayrıca muhtarın isteklerini not ettik ve merkeze bildireceğiz, dedik.
Güvenlik, kış şartlarını ve geçim sıkıntılarını konuştuk. Muhtara yolumuz uzun bize izin dedim. Muhtar, bir dakika karnınızı doyurun gidersiniz dedi. Dağların, tepelerin arasında, kuş uçmaz kervan geçmez böyle bir köyde, yaptıkları ikramı ömür boyu unutmayacağım.
Yemekten sonra Allah çok versin, sağ olasınız dedik ve kalktık.
Anadolu köylüsünün misafirperverliği ve insanlığı, dedim.























