Berlin’in Turm Caddesi sabahın erken saatlerinde hareketliydi. Otobüs, elektronik levhasında gösterilen saatin dakikliğinde durağa gelmişti. Dükkânlar teker teker açılıyor, çöpçüler geceden köşelere bırakılan bira şişelerini topluyorlardı. Bir ambulans, siren sesiyle uzaklaştığında, şişmanca bir genç kız, yaptığı garip hareketlerle yaya kaldırımında ilerliyordu. Kızın kazağı kirliydi. Yanlardan yırtık eteğinin kenarından taşan bacakları da kirden belli olmuyordu. Saçları sarı ve her iki yana atkuyruğu şeklinde örgülüydü. Yoldan geçenlere gülümsüyor, zaman zaman da kahkahalar atıyordu. Onu her sabah görenler alışkın olacaklar ki, dönüp bakmıyorlardı bile. Kız, bahçeli bir kafenin caddeye yakın yerine oturdu. Hemen yanında da bir bankanın ATM’si vardı. Parasını çekmeye gelenler ile kafeye girenlerden bazıları kıza para veriyorlardı. Her para verilişte kız kahkahalarıyla caddeyi inletiyordu…
Hava soğuktu. Güneşin yoğun bulutların arasından kaçamak yaptığı ışınları Spree Nehrinin üstüne yansıdığında suların akışı, parlayarak bir dansçının kıvraklığında ilerliyordu. 1826 yılında yapımına başlanan gazlı sokak lambalarının ışıkları henüz sönmemişti. Wilhelmine tarzında bu görkemli süslü beş kollu şamdanın direği, betondu. Berlin’de sokaklarda bu lambalardan kırk üç bin adet vardı ve dünyada gazla çalışan aydınlatma rekoru bu şehirdeydi. Lambaların sıcaklığını yanından geçenler hissedebilirlerdi. Özellikle kış aylarında hele yeni yağmış bir karlı havada yere yansıyan sarı ışıklarıyla görüntüsü harika olurdu. Bu lambaların adı öne çıkanlarda vardı. Bazıları ona, “Wilmerstdorferstarbe Dulu” ile “Boğa Bacağı” adını takmışlardı. Hükumet bu lambaların daha tasarruflu olması için LED türü lambalara çevirme girişimi, yirmi bini bulan protestocular tarafından engellenince, hükumet bundan şimdilik vazgeçmişti.
Hans, Spree Nehri’nin karşısındaki apartmanlarından çıktığında saat yediye çeyrek vardı. Apartmanın altına park ettiği aracından gözlüğünü alıp sokağa çıktı. Sizlere Hans’ı tanıştırayım. Evli ve bir fabrikada asgari ücretle, Eşi Anna ise öğleden sonraları bir mağazada part-time olarak çalışıyor. Yedi yaşında bir kızı ile on iki yaşında bir oğlu var. Hans, tipik bir Alman, yani sarışındı. Bira içmekten göbeği oldukça fazlaydı. Babasını İkinci Dünya Savaşı’nda kaybetmiş. Annesi Polonyalı Yahudilerinden olduğu için Hitler döneminde yakalanıp fırınlara götürülerek yakılmış.
Hans, evde kahvaltı yapmayı pek sevmezdi. Turm Caddesinin Waldstrabe sokağının başındaki kafeye uğradı. Otomatik makineden aldığı kahveyi iki kişilik bir masaya bırakıp pastane bölümüne geçti. Maşa ile seçtiği Alman pastasıyla masaya oturup, dışarıya baktı. Yaşlı bir adamın bisiklete güçlükle binmesini ilgiyle izledi. Berlin düz bir şehirdi. Yokuşu hemen hemen yoktu. Bisiklet, buranın en çok kullanılan aracıydı. Yaşlısı genci birçok kişi bisikletle günlük ihtiyaçlarını görürlerdi. Bisikletlerin önünde ve arkasındaki selelerde ya paketler olur, ya da küçük çocuklar bağlanarak emniyetçe okullarına götürülürlerdi. Hans kafeden çıktı. Kendisine yanan kırmızı yaya ışığında durdu. Sağına baktı, araç yoktu. Yanında bekleyenler de çoğalmıştı. Bir kişi bile adımını caddeye bırakmamıştı. Ne zaman yeşil ışık yandı, bekleyenler çarçabuk karşıya geçmişlerdi. Hans’ın yolda, giderek içtiği kahvesi bitmişti. Kâğıt bardağını avuçları içinde sıkıp çevresine baktı. Bir dükkânın önünde gördüğü çöplere yöneldi. Burada çöp konteynırları fazlaydı. Pil için ayrı, cam için ayrı, şişeler için ayrı, normal çöpler için ayrıydı. Bunları birçok evlerin veya birkaç evin arasında görmek mümkündü. Geri dönüşüm Almanlar için önemliydi. Üzerinde ‘kâğıtlar için’ yazılı olanına elindekini bıraktı. Caddede yürümeye başladığında önünde iki genç poşetlere doldurulmuş şişeleriyle ilerliyorlardı. Türkiye’de su ne ise, Almanya’da bira, oydu. Hans gençlerle birlikte bir markete girdi. Market oldukça büyüktü. Reyonlarında dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen farklı ürünlerin bolluğu vardı. Etler oldukça ucuzdu. Kıymanın üzerine baktı, 5.25 Euro yazıyordu. Karısının akşamdan verdiği listeye bakıp, ürünlerin fiyatlarını kontrol etti. Uzun süre değişmemişti. “Akşam iş dönüşü uğrayıp alırım,” diye düşündü. Biraz önce önünden yürüdüğü gençler, et reyonunun karşısındaki bir makinenin önünde sıra olanların sonuna geçip bekliyorlardı. Bu makine her şişeye bir kupon veriyor, bu kuponla küçük miktarda olsa alışveriş yapılıyordu. Hans, marketten çıkıp üç yüz metre ilerideki metro istasyonuna gelmişti.
***
Televizyondaki haberlerde savaşın kokusu ağırdı. Neredeyse on yıla yaklaşan Suriye’de barış henüz sağlanamamıştı. Emperyalist güçlerin parmağı oradan hiç ayrılmamıştı. Ayrıca, Güney Anadolu’dan gelen askerlerin şehit haberleri önce ailelerini, sonra da izleyen yürekleri yakıyordu. Siyasilerin birbirlerine ağızlara alınmayacak hakaretler arasındaki çekişmeleri de can sıkıcıydı. Şehit cenazesine giden Muhalif bir Lider, aracının taşlanarak ölümden dönmesi ve ardından bunları yapanların kahraman ilan edilerek ellerinin öpülmesi ile yargılanmaları sonrası beraat etmeleri demokrasi aşığı herkesi üzmüş ve adalete olan güvenini sarsmıştı. Kadınlar yerlerde sürünüyordu, bir köşede ayrıldıkları kocaları tarafından kıstırılıp çocukları önünde gözü dönmüşcesine öldürülüyorlardı. İyi halden cezaları hafifletilen magandaların durumu da toplumu geriyordu. Demokratik haklarını kullanmak isteyenler, polisler tarafından darp edilerek gözaltına alınıyorlar, alındıkları yetmemiş gibi bir de terörist damgası yiyorlardı. Korku halkın üzerine bir kere sinmişti. Sokağa çıkıp hak aramak için insanların bin kere düşünmekten başka çareleri kalmamıştı. Ya çıkıp bağıracaklar, bağırdıklarında ise tutuklanmayı göze alacaklardı. Bunun için ülkede grevler de tarihe karışmıştı. Haberlerin bir diğer önemli konusu ise ekonomiydi. Gelen zamlardan halk bıksa da sokağa çıkıp protesto etmesi zordu. Bunu yapmak, iktidara karşı gelmekti. Neredeyse vatan haini ilan edilmeleriydi! Halk neye zam gelirse gelsin, artık alışmıştı. Tıpkı kavanoza kapatılan pirenin kapağı açıldığında olduğu yerde sayması gibi bir durumdu bu. İşsizlik haberleri de alışkanlık yapmıştı. Bu haberi izleyen gençler, okuduklarına pişman oluyorlar mıydı, bilinmezdi… Hasan bunları izlediği yandaş TV’lerde seyredemiyordu. Duyarlı olanların bir çoğu ise ruhsal açıdan bunalıma giriyorlardı. Bazen de protesto edip haberleri açmıyorlardı.
Hasan evliydi. İktidar yetkilisinin katıldığı düğünlerde, “Üç, hatta beş çocuk yapmak iyidir,” isteğine uyarak üç çocuk yapmıştı. Hepsi de büyümüştü. Hasan’ın öylesine maaşı da yoktu. Altığı 2020 lira asgari ücretti. O da yılın son dört ayına yaklaştığında vergisi kesilerek daha az ücret alıyordu. Geçim sıkıntısından ne yapacağını bilemiyordu. Bir makine fabrikasında usta olarak çalışsa da asgari ücretin dışında maaş vermiyorlardı. Köyden babasının gönderdiği bir testi peynir, bir çuval soğan ve patates gibi yiyecekler evine giren en büyük kârıydı. İşi dışında bir şirkette yeni binalara yapılan mutfak dolaplarını yerleştirme işinden aldığı para bütçesine küçük bir destek olsa da, ikinci işte çalışmak vücudunu oldukça yıpratıyordu. Çok çalışmaktan ve iyi beslenememekten yüzü benzi sararmıştı. Evine girdiği et miktarı da belliydi. En çok aldıkları tavuktu, o da parçaydı. Balık mevsiminde ise pazarda geç saatlerde gittiğinde aldığı, artıklardı. Karısı, pazarın dağılmasını bekler, pazarcıların bıraktıkları arasından seçtiklerini eve getirirdi. Bütün bunlara rağmen ay sonunu getirmek mümkün değildi. Maaşlarının çoğu kiraya gidiyordu. Sağdan soldan borç para isteyecek kimseleri kalmayınca, ben büyük dayanakları da bankalardı. Onların verdikleri kredi kartları da ‘Ali’nin külahını Veli’ye girdir,’ türündendi. Yakında kapılarına ‘icra gelmesin,’ diye, aile büyük dualar içindeydi.
Eğlenceleri yoktu. Bu şartlarda olması da mümkün değildi. Allah korusun, memleketlerinde yakınlarının bir ölümü olsa, gitmeye kuruş bulmak zordu. Bir pazar günü çocukları şöyle bir deniz kenarına dinlenmeye götürseler, dolmuşa gidip geleceklerine verdikleri para günlük kazançları olabilirdi. En büyük eğlenceleri televizyondaki diziler ve yarışma programlarıydı. Kendilerine çare olacak tartışma programları da problemlerine çözüm değildi. Varsa yoksa politikacıların oy almak için televizyonun hemen hemen her kanalında yaptıkları propagandalar ve ardından gelen tartışmalardı. Hangi kanal açılsa, karşılarında politikanın kokusu vardı.
***
Hans, metro istasyonuna gelmişti. Birçok insan, bisikletini buraya park edip, gideceği yere gidip dönüşte bisikletini alarak evine dönüyordu. Hans, güvenlikçinin olmadığı bölüme merdivenlerden indi. Otomat makinasına parasını yerleştirip çıkan biletini aldı. Aldığı bileti hemen yanındaki makinede iptal edip trenin gelmesini bekledi. Bu U-Bahn’lara bilet almadan gidenlerde oluyordu. Onları yapanlar genelde Almanya’daki yabancılardı. Yakalandıklarında altmış Euro gibi cezalar yanı sıra vatandaşlık siciline de işlenmesi, hiç de iç açıcı bir durum olmasa gerekti.
Trenin içi Birleşmiş Milletler gibiydi. Beyazı, siyahı, çekik gözlüsü, her milletten insan vardı. Bir çoğu kitapla haşır neşir olurken, gençlerin elinde ise akıllı telefonlarıyla meşguldüler. Kimse kimseyi süzmüyordu. Kimisi mini etekli, kimisi kırmızı, mavi ve yeşil saçlıydı. Bigudili olan kadın pencereden dışarıya bakarken, kimse onunla ilgilenmiyordu. Toplumun daha çok ilgileneceği ciddi konuları vardı. Bilim, teknoloji ve okuyup araştırmak gibi…
Hans, çalıştığı fabrikaya girmek üzereyken, patronları da bisikletle giriş yapmıştı. İşçilere gülümseyerek ilerleyip binanın girişine gelmişti. Almanya vatandaşlarının özelliklerinden birisi de, selam verme ve gülümseme alışkanlığı idi. Sabah apartmanda merdivenlerden inerken karşınıza çıkanlar selam verip gülümserler, sokağa çıktığınızda da aynı muameleyi görürsünüz. Hans, gülümseyerek kartını giriş turnikesine bastırıp çalıştığı bölüme geçti. İş disiplini önemliydi. Kaytarma, gevezelik onların kitaplarında yoktu. Eğitim ve üretim olmadan kalkınmanın olmayacağını biliyorlardı. Yapacakları her bir hatanın tekrar kendilerine döneceklerini de felsefe olarak beyinlerine işlemişlerdi. Hans’ın ülkesi bir sanayi ülkesiydi. Makine alanında dünyanın da öncüleriydi. Ülkelerinde cari açık olmadığı gibi, enflasyon da onlara uzaktı. Tabiri yerindeyse, eşek gibi çalışıp, krallar gibi eğlenmesini de bilirlerdi. Birçok Alman, hafta sonları bırakın şehri gezmeyi, bir başka şehre veya ülkelere tatile aileleriyle birlikte mutlaka giderler ve dinlenmenin çalışma hayatı için ne kadar önemli bir olgu olduğunu da bilirlerdi. Hans, işini bitirip eve tekrar U-bahn’la geri döndü. İstasyonun merdivenlerinden yukarı çıkmak üzereyken köşede müzik çalarak para toplayanların yanına gitti. Bir genç kemanla klasik müzik çalıyordu. Hans klasik müziği çok seviyordu. Genci uzun süre dinlerken günün yorgunluğunu da oraya bırakmıştı. Yukarı çıktığında hava henüz kararmamıştı. Her akşam iş çıkışı uğradığı bara uğradı. Bira söyleyip bekledi. Bar kalabalıktı. Müzik hafiften çalıyordu. Hans, birasını yudumlarken yanına bırakılan patates cipsini de yiyordu. Bu ikisi göbeğinin düşmanlarıydı. Birasını bitirdikten sonra göbeğini okşayarak dışarı çıktı. Sabah uğradığı markete girdi. Arka cebinden çıkardığı listeye göre eşinin istediklerini aldı. Aldıkları oldukça fazlaydı. Taşımakta zorlandı. Birkaç adım gitmişti ki, daha fazla taşıyamayacağını anlayınca caddeden geçen bir taksiye el işareti yaptı. Eve geldiğinde karısı da çocuklarıyla birlikte apartmanın önündeydi. Eve girdiklerinde üzerlerini değiştirip her biri iş bölümü için görev yerlerindeydi. Karısı gündüzden hazırladığı yemekleri ısıttı, Hans sofranın kurulmasına yardım etti. Çocuklar ise odalarında yarınki derslerinin hazırlığı içindeydiler. Yemek hazırlanınca birlikte masaya oturup, dualarını yaptılar. Babaları yemeğe başlamadan önce çocuklara dönüp sordu:
– Gününüz nasıl geçti çocuklar?
Büyük oğlu söze girdi:
-Baba öğretmenimiz çok harika! Bizlere hayatla ilgili o kadar güzel bilgiler verdi ki anlatamam! Çalışmanın önemini anlattı. Son derste hepimizi bir marangozhaneye götürdü. Marangoz Amcanın kullandığı malzemeleri tanıttı. Ne işe yaradıklarını anlattı. Hatta ben küştüre denen aleti kullandım. Ağaçları öyle güzel yonttum ki… Çok zevkliydi. Yarın da yapay zekânın yapıldığı bilim merkezine götürecekmiş. Biliyor musun, orayı çok merak ediyorum.
-Güzel…
-Senin işlerin nasıl geçti baba?
-Fabrikada üretim yaptık. Benim işleri biliyorsun makine parçaları üzerine. Ürettiklerimiz dünyanın birçok ülkesine gidiyor. Üretmek lazım oğlum üretmek… Bir ülke üretmeden ayakta duramaz. Bunun yolu da bilimsellik ve okuyup araştırmaktan geçer.
Anne yemekleri tabaklara doldururken küçük kızına sordu:
-What have you learned to day my sweet girl?
-Woow! Annem de İngilizceyi bayağı ilerletmiş! O da bir şey mi, yakında ikinci dile başlayacakmışız. Sence hangi dili seçeyim Anne?
-Araştıralım, gelecekte hangi ülke ekonomisi ileri seviyede, sana göre iş alanları hangisi ağır basarsa o dili tercih edersin. Bu arada keman derslerin nasıl gidiyor?
-Süpper! Öğretmenimiz de çok iyi. Her gün yeni şeyler öğretiyor. Sevineceğin bir şey söyleyim mi?
-Haydi, merak ettirme beni söyle!
-Öğretmenimiz bize Beethoven’in hayatını anlattı. Çok ilginç bir müzisyenmiş. Babası içkiden ölünce evin yükü onda kalmış. Ona sinirli diyorlarmış ama bundan dolayı imiş. Bize çaldırdığı Üçüncü Senfonisi Eroica’yı, Avrupa’ya demokrasiyi getirdiği için, Fransız İhtilali’nin kahramanı Napoleon Bonaparte’ye adamış. Napoleon’un kendisini İmparator ilan ettiğini duyunca, çok sinirlenmiş ve ona adamaktan vazgeçmiş.
-Güzel… Umarım seni bir gün resital verirken izlerim.
-Amacım da bu zaten Anne…
-Oğlum senin resim çalışmaların nasıl gidiyor?
-Çok güzel anneciğim. Sahi yarın malzeme almaya gitmemiz gerek. Bugün ne oldu biliyor musun? Sınıfa modellik yaptım. Öğretmenimiz beni masasına koyduğu bir sandalyeye oturttu ve arkadaşlar resmimi çizgiler. Çok komik bir ortamdı. Gülmemi tutamadım.
-Oğlum sanat ciddiyet ister. Tiyatrocu gibi olacaksın. Neyse sevindim. Senin de bir gün sergini gezeriz. Ne dersin?
-Benim de tek amacım bu.
Aile yemekten sonra bir odaya çekilip, Anne, gelişim kitabından bir bölümü okumaya başladı. Kitap bittikten sonra, herkes sırasıyla konu hakkındaki görüşlerini belirtti. Anne gözlüğünü kenara bıraktı.
-Yarın herkes okuduğum bölümle ilgili bir sayfa yazıp bana verecek. En iyi bulduğum yazıya ödül olarak ona bir sürprizim olacak.
Kızı hemen atıldı.
-Söyle bakalım bu sürpriz denen şey ne olacak?
-Adı üstünde Sürpriz… Hiç söylenir mi?
-Sahi ya…
Gecenin ilerleyen saatlerinde sokaktaki gaz lambalarının üzerine yağmur düştüğünde her damlası parlıyordu. Karı koca salondaki TV’den günün son haberlerini izliyorlardı. Spiker, dünyanın çeşitli bölgelerinden verdiği haberlerin birçoğu iç açıcı değildi. Hans ve eşi bunlara üzüldü. Ülkesindeki ekonomi ve sanatla ilgili mutlu haberlerle sevindiler. En çok da Yapay zekâ ile kan, kalp ve organların yapılacağı haberleri ilgilerini çekti. Televizyonu kapatıp odalarına çekildiklerinde saatte 23,58’i gösteriyordu…
***
Hasan yorgun bir halde eve girdiğinde sinirliydi. Elindeki İcra Dairesi’nden gelen tebligatı ayakkabılarını çıkarmadan elbise askılığının önündeki bölmeye doğru savurdu. Karısı neler olup bittiğini anlamıştı. Bir şeyler söylemeden eşinin paltosunu alıp mutfağa geçti. Herkes sofradaydı. Yüzler gergindi. Eşi ürkekçe sordu:
-Hayırdır Bey, ne oldu da sinirlendin?
-Ne olacak! Tatlı tatlı yemenin sonu acı acı osurmakmış! O oldu. Kredi kartlarını ödeyecek durum mu kaldı? Verilen zamlarla nereye kadar dayanacağız ki? Piyasa desen uçmuş! Her gün zam zam zam! Bize gelince üçün buçukları! Almaz olaydım o kartları! Nasıl ödeyeceğiz he? Nasıl?
-Üzülme bir hal çaresini buluruk
-Buluruz, buluruz… Zenginler ortaya para saçıyorlar da bulursun! Onu bunu bırak da yemekte ne var?
-Dolapta bir şey kalmadı. Anamların gönderdiği Bulgurdan pilav yaptım. Bir de soğan var. Ha ekmek kalmamış. Alıp gelir misin?
-Tamam… Tamam.. Yahu bir gün de eksik bir şey olmasın şu evde!
Hasan kapıyı sinirlice kapatıp markete gitti. Kapıdan içeri girer girmez, ürünler girişte albenisiyle birlikte parlıyordu. Raflardaki ürünlere iç geçirerek ekmek dolabının önüne geldi. Poşetlere üç ekmek doldurup süt ürünlerinin bulunduğu bölümün önünden geçerken durdu. Peynirlerin ambalajlardaki hallerine takılı kaldı. Her birini buzdolaplarında hayal etti. Aklına dün sosyal medyada izlediği bir video geldi. Onda, ‘Bl Phakathi’ adında bir adam, özellikle dünyanın her hangi bir yerinde, muhtaç insanlara yaklaşıp, önce onlarla sohbet ediyor, ardından onları markete götürüp bolca alışveriş yaptırdıktan sonra yüklü miktarda Euro verip oradan ayrılıyordu. O adamın şu an yanında bitivermesini ne çok istemişti. Elinde ekmekle kendine bakan bir kadınla göz göze geldi. Ürünlere yalanarak bakma haline utandı. Ekmekleri kucaklayıp kasaya geldi. Kasa kuyruktu. Sepet ve arabalar ürünlerle doluydu. Herkes elinde kartlarıyla bekliyorlardı. Yemeğinin soğuyacağını düşünüp en öndeki bir adamdan rica edip, ekmeklerin parasını ödeyip eve döndü. Bulgur pilavı soğuktu. Kaşığı peş peşe sertçe daldırıp yedi. Çocuklarına dönüp sordu:
-Koçlar dersleriniz nasıl geçti?
Büyük oğlu söze girdi.
-Sınıfımız çok kalabalık. Arkadaşlar öylesine gürültü yapıyorlar ki, öğretmenin anlattıklarını anlamakta zorlandım. O da artık usanmış mı ne, dersi anlatıp geçiyor, anladık mı anlamadık mı sormuyor bile. Son dersimiz Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersiydi. Çok ilginç bir ders işledik baba. Öğretmenimiz iki sırayı birleştirdi. Bir arkadaşımızı uzunlamasına yatırdı. Hiç kıpırdamamasını ve ölü gibi yatmasını söyledi. Ardından getirdiği bir kefene onu sararken sınıfa anlattı. Bir mezar yeri eksikti, sanırım onu da gelecek derste anlatır!
-Tövbe tövbe! O da nereden çıktı? Kızım sen neler yaptın?
-Ne olsun baba… Ders değil, sanki panayır yeri gibi bizim sınıf. Öğretmene saygı yok. Herkes kendi havasında… Öğretmenin, “Susun! Artık Yeter!” demekten boğazı yırtıldı. Dersin yarısı bu sözlerle geçiyor. O da pes etti. Düşünebiliyorsun baba, arka sıradakiler ellerinde telefonla birbirlerine saçma sapan aptalca videolar izletip gülüşüyorlar. Bir başkası defterinden yırttığı sayfayla uçak yapıp sınıfın içine atıyor. Bir keresinde öğretmen tahtaya bir şeyler yazarken saçlarına kondu. Öğretmen, “Kim yaptı?” dedi. Sınıfta çıt yoktu. Anlayacağın eğitim değil, soytarılık almış başını gidiyor baba…
-Ondan sonra da bu memleket neden ilerlemiyor. Bu halde ilerler mi? Elin Japonu nelerle uğraşıyor, bizimkiler nelerle… Biz adam olmayız vesselam!
Yemekten sonra çocuklar odalarındaydı. Her biri ellerinde telefonla gülüşüyorlardı. Hasan salondaki televizyonun karşısında maç izlerken, Eşi ise diğer odadaki televizyonda takip ettiği dizisini seyrediyordu. Maç bitince Hasan yatak odasına geçerken eşine baktı, uyuya kalmıştı. Çocukların odasına geçti. Kapıyı usulca açıp baktı, onlar da uykularındaydı. Kendisi de odasına geçti, pijamasını giydi, gözlerini kapattı. Borçlar gözlerinin önünde dolaşıp duruyordu. Gözlerini sıktı sıktı… Uykusu kaçmıştı. Kalkıp pencere kenarına geldi. Perdeyi aralayıp sokağa baktı. Sessizdi…
Hasan her zaman olduğu gibi telefon sesiyle uyandı. Tuvalet faslından sonra kahvaltı yapmadan dışarı çıktı. Cebine baktı, parası kalmamıştı. İş yeri evlerine beş kilometre uzaktaydı. “Otobüse binsem, yolculara ‘kartımı unutmuşum’ desem, kartını veren belki çıkabilir ama ona nasıl para vereceğim? Almayan olur mu ki?” diye düşündü. Yapamadı. “Dolmuşa binsem, cüzdanımı unuttum desem, şoför ne der?” sorusuna, “O da olmaz, söyleyemem,” diyerek yürüdü. Bir saat sonra ter içinde fabrikaya geldiğinde, nefes nefeseydi. “Hay ben böyle hayatın…” sitemiyle içeriye girdiğinde makine gürültüsü oldukça fazlaydı…
Ertuğrul ERDOĞAN
Yirmiüçekimikibinondokuz.