1944’den bu yana bir “yenidünya düzeni” furyasıdır almış gidiyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu söylem, insanlara çok hoş; Demokrasi, hak-adalet, barış ve hukuk vaat eden sevimlilikte pek sıcak ve ümit-var geliyordu.Evrensel bir yalan, kirli bir oyun ve düzen olduğu çok çabuk ortaya çıktı.
Aradan geçen yıllar, bu teranenin hiçte samimi ve iyi olmadığını gösterdi. Bitti denilen savaş gerçekte hiç bitmedi. Açlık, yokluk, yoksulluk da öyle… Hiç bitmeden sürdü, sürüyor.. Çünkü daha o yıllarda türeyen “yenidünya” düzencileri, bir takım sahtekâr-düzenbaz, yalancı-talancı, dolandırıcı, mukallit ve mutlak surette “kene ve domuz cinsi” kan emici-sömürücü, terör-tedhiş odağı, bölücü ve faşist-anarşist idiler.
Bu nedenle, ileriki yıllarda 1. ve 2. Dünya Savaşları çok tartışıldı.
Üstüne üstlük, yeni Çağ’ın adını da “BİLGİ ÇAĞI” koydular.
Ancak “bilgi” namına yapılan tertip ve teşebbüsler asla “bilge’ce” olmadı.
Adına “aydın” dedikleri bir garip tür ve manipüle yaratıklar ortaya çıktı.
Gerçek ilim-bilim adamları, kanaat önderleri ve halk filozofları ustalıkla dışlandı.
İşte bu süreçte, kolektif düşünce ortamları, kurumsal beyin fırtınaları ve akil adamlar tarafından “dünya savaşları” ile bunların aptalca sebepleri ve korkunç sonuçları sorgulandı. Hattâ, her iki savaşın da “bilumum öncü ve artçıları ile” bir provokasyon olduğu iddia edildi. Milyonlarca insanın alçakça katledilmesi, muazzam maddi-manevi eser ve servetlerin mahvı, doğal dengenin onarılmaz bir darbe yemesi gibi felâketler doğurduğu değerlendirildi.
Nitekim şu anda, dünyanın tapusunu elinde tutan ve yeryüzü halkını amansızca sömüren kirli ve karanlık güçleri analiz ederseniz; Hakikatin aynen böyle olduğunu “sizde” görürsünüz… Sağcılar ve solcular, maddeci-materyalistler, dindarlar ve din tüccarları!..
1944’den bu yana dünyanın bütün ülkelerinde uygulanan senaryo aynı.
Zamanla bu arenada etnik kök, din-mezhep ve tarikat argümanları bile pazarlandı.
Bir tarafta bütün unsur, uzantı ve bağlantılarıyla “yenidünya düzencileri” yer alıyor.
Diğer tarafta, barışçı, pasif, insancıl, merhametli, üretimin ana unsuru ve dünyanın yükünü omuzlarında taşıyan “merkezi oluşturan” geniş halk kitleleri; Sadece anılan, anlatılan ve içtenlikle özlenen “medeni siyaset ve adalet ahlâkı”
Ve, tarihin derinliklerinde kalan bir Nuşirevan!…Ve adına “kemirgenler, sömürgenler, hortumcular, kan emici kapitalist, emperyalist vampir, din tüccarı kene, siyaset hak ve adalet istismarsısı, sağcı-solcu, şucu-bucu” denilen İnsani boyut ve bilinç toplumu düşmanı alt varlıklar…
Bunlar, adeta devasa bir ahtapot (canavar) gibi dünyayı sarmış, güçlü kollarıyla çoğu devleti pençeleri içine almış, kuşatmış, dini-donu, aidiyeti-milliyeti olmayan insanlık dışı yaratıklar olup; Gerçekte aynı olan ve fakat birbirinden ayrı gibi görünen iki koldan hareket eder ve faaliyet gösterirler.
Bunlardan birincisi ateist-pagan, din ve ahlâk, hak-adalet düşmanı, evrimci-devrimci sefih solcular; diğerleriyse dinci-kinci, yaradılışçı geçinen paracı-pulcu, fesat ve tefrikacı sözde sağcılar; Yerine göre farklı ad ve fraksiyonlar olarak tanımlanan tali gruplar…
Tek merkezden kontrol, koordine, tedvir, organize ve idare edilen “insanlık düşmanı” bu unsurlar, dünyanın bütün ülkelerinde var olup; Her yerde ve her şekilde tezahür ederler.
Örneğin meclisler, yönetim unsurları, köşe başları ve ekrandaki kuklalar!
Daha çok gazeteci, yazar ve akademisyenler arasından seçilen popülist demagoglar…
Her biri ellerine verilmiş senaryoları başarıyla oynuyorlar.. .
Bir yazarın (*) dediği gibi “bazısı bilerek bazısı habersiz, gaflet, dalalet ve hıyanet içinde yüzyılın oyununu sahneliyorlar..”
Bu yazar da onları ülkemiz özelinde (yerel bazda) iki kategoriye ayırıyor:
“Birkaç kuşak kentli olanlar, Batı’yı Kâbe bilerek yoğrulmuşlar, kolejlerden çıkıp Avrupa ya da Amerika’nın yolunu tutmuşlar. Attila Ağabey’in (İlhan) deyişiyle, saatlerini hep Batı’ya ayarlamışlar. Her gün ekranlarda “Türk Ulusu hiç olmadı ki!…”, “Türkler etnik bir topluluk!”, “Türk sözü yasalardan çıkarılmalı!” demekteler…
(İşin en garip ve enteresan yanı şu ki: Bunların kahir ekseriyeti kendilerini Atatürkçü, ilerici, aydın ve çağdaş olarak tanımlar!.. Ancak aralarında NUTUK’U okuyan nadir, Kuran’ı Kerim okuyanı ve namaz kılanı (!) hiç yoktur. Yine bu gruptakilerin çoğunluğunun Ermeni, Rum, Yahudi kökenli dönme-devşirme veya sabetaist, mason, misyoner ve koza-kripto olduğu gözlenir.)
Biri “Batı’nın bu denli olumsuz bir imaja sahip olduğu bir ülkede, nasıl Batı yanlısı politikalar izlenecek?” diye iç çeker, bir başkası “Avrupa ve ABD Kürt Sorunu’nu çözmemizi istiyor, çözeceğiz!” diye çığlık atar, ani çark edişiyle dikkat çeken ötekisi “Türkiye bölgenin Amerika’sı!” diye yazarçizer, üstüne bir de kükrer!
İkinci grup kırsal kesimden gelen, tarikat ve cemaatlerin taa içinde yer alan, hilafetçi, şeriatçı söylemlerle ortada dolaşan, her türlü parasal ilişkileri beceriyle başaran, Amerika’yı Kâbe kabul edenlerdir. Büyük Ortadoğu Projesi’ni canhıraş savunurlar. Saltanata ve hilafete büyük bir iştahla sahip çıkarlar. Aynı sırtlan iştahıyla Gazi Mustafa Kemal’e saldırırlar!
(Bu grup Müslümanlık iddiasındadır. İslâmi argümanları ince bir ustalık ve derin bir kurnazlıkla kullanırlar. Görüntü mükemmeldir. Oruç, namaz, hac hiç ihmal edilmez. Fakat, aralarında bir tane bile “samimi, muttaki, imanlı-şuurlu” gerçek Müslüman yoktur. Zira bu kategoriyi oluşturan tür; Yalancı, küfürbaz, kinci, üçkâğıtçı, düzenbaz-madrabaz, emanete hıyanet eden, kul ve yetim hakkı yemekte mahir, sözünde durmayan, çalan-çırpan, fırsat buldukça her namussuzluğu, sapkınlık, yolsuzluk ve soysuzluğu çok kolaylıkla, fütursuzca yapabilen çok tehlikeli yaratıklardır. İşin garibi, nesepleri araştırıldığında bunların da büyük çoğunluğunun Ermeni, Rum, Yahudi kökenli dönme-devşirme veya sabetaist olduğu gözlenir)
Batı’ya biat eden işte bu iki grup, Türk milleti ve Mustafa Kemal nefretinde birleşirler.
Şu anda Türkiye’deki tüm kanalların başında Amerikalı Avrupalı “uzmanlar” var.
Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de medya bombardımanını yönetiyorlar. 10 yıl içinde millet, yarışmacı ve izleyici haline getirildi.
Zehirli bir toplum projesi halkın direnme gücünü sınıyor.
Her gün “demokrasi, hak hukuk, özgürlükler” adı altında!
AÇILIN; SAÇILIN; DEĞİŞİN!” diyenleri dinliyoruz.
Batı, Türk milletinden boşuna nefret etmiyor…
Tarihin çeşitli dönemlerinde tüm planlarını defalarca alt üst eden başka bir millet yok.
Halkını bin bir etnik gruba bölmeye çalışsalar da; Allah’la aldatmaya uğraşsalar, sahte dinleri dayatsalar da; beyaz camdan uyku hapları, zehirli iğneler fırlatsalar da; “aydın” kisveli deccalları besleyip besleyip büyütseler de, Türk milleti “mucize” bir millettir!
Çok yakında yeni mucizesini, tüm ağırlığıyla hainlerin suratına geçirecektir!”
NETİCE: 07.11.1982 Tarih ve 2709 Sayılı “mevcut” Anayasa’yı ilga ve sözde “sivil anayasa” yapmaya kalkışan (asker-sivil; sahibinin sesi) bilumum sulta ve cuntacılara “lütfen” DİKKAT ediniz!.. Bunların mütemmimi ve sadece bir kuşak öncesi de; TC’nin “Tek Sivil Anayasası” olan, Mustafa Kemal Atatürk’ün (1924/1928) Anayasası’nı 27 Mayıs 1960’da ilga, mahküm ve mülga etmişlerdi.
(*) Banu Avar’ın Kasım 2009’de basımı yapılan “Hangi Dünya Düzeni?” adlı kitabı.
İçerik olarak altını rahatlıkla imzalayabileceğim bir yazı.
Ancak Üstad, giriş kısmında bir teknik hata olduğunu düşünüyorum. O da YDD’nin 1944’te başladığına ilişkin savınız.
Dünyanın modern siyasi tarihinin 1648 Westpalia Anlaşmasıyla başladığı kabul edilir. Sistemin özü “ulus – devlet”e dayalı imparatorluklar ve krallıklardır. Daha sonraki 1815 Viyana Sözleşmesi ile sistem son şeklini alırken net bir ulus-devlet yapısına bürünür. 1915 ve 1945 de aynı ssitemin devamıdır. 1945’in tek farkı, Osmanlı merkezli şark sisteminin çökerken onun yerini Viyana’daki kutsal ittifakın bir parçası olan Rusya’nın SSCB adıyla alması ve Avrupa merkezliliğin (Merkez İngiltere) yerini Atlantik merkezliliğin almasıdır.
Değişen önemli şeyler vardır ancak “öz” aynıdır. Sadece kontrol merkezinin koordinatları Okyanus’un ötesine kaymıştır. Ancak sistemin kalbinde sermaye odaklı ulusüstü yapılanma vardır ve bu yapılanma topyekün “BATI” olarak tanımlanmaktadır.
Hatta bu konuda meşhur taktisyen T. MacKinder’in bir sözü gerçeği açık etmesi bakımından çok önemlidir. Der ki;
“Bugün sermaye bizdedir. Elimizdeki bu sermaye ile istediğim ülkenin kalbini ele geçirebileceğiz. Sermayemizle dünyayı yönetme imkanı elimizdedir.”
Laf uzun oldu, ama YDD çok farklı bir şeydir. Çünkü 1648-1990 arası tamamen ulus devlet odaklı ve milli devletlerin sahnede olduğu bir sistem iken 1990 sonrası düzen devlet kavramının yok edilmek istendiği, yüzyıllardır kuluçkada olgunlaştırılması sağlanmaya çalışılan Küresel Tek Dünya Hükümeti düşüncesinin sahneye sürüldüğü birtarihtir. Bu bakımdan YDD kavramı 1944’ten ziyade 1990 için daha uygun düşmektedir.
Çünkü 1990’a kadar devlet hep olmuştur. 1990 sonrası ise ABD öncülüğünde devletsiz dünya arayışının devridir.
Saygı ve Selamlarla.
Halil DAĞ