Babama değerini sordum, – “Dünyalar kadar” dedi,
Dünyanın değerini sordum, – “Beş para etmez” dedi.
Gelinen son noktadır belki de bu.
Sanayi devrinde günde 18 saatleri bulan mesai süresi, ağır iş koşulları, güvencesiz istihdam…. Bu tablo, 18. yüzyılın gelinen en modern çalışma koşullarıydı bir zamanlar.
Neden mi, geriye bakıldığında, seçkin sınıfın, monarşinin veya oligarşinin ekonomik veya dinsel yansısı “köle” kavramını geride bırakmıştı.
Neydi köle, parayla alınıp satılan, istenildiği muamele yapılan homosapiens lerdi. Yani paranın veya egemen gücün önünde çoğu zaman çok güçlü kuvvetli ve kudretli büyük baş hayvan kadar bile kıymeti olamayabiliyordu. Kölelik düzeniydi. Bu düzen insanlık tarihi boyunca uzuuuuuuuunnnnn süre devam etti. Neden mi, çünkü şu veya bu olgudan veya faktörden beslenen egemen güçlerin bu düzen işine geliyordu; kölelerin de bacaklarındaki veya boyunlarındaki prangalar acıtmaz hale gelmişti. Hatta, köleler prangaları çıkarılınca, aidiyet hislerini kaybediyorlar, kendilerini boşlukta hissediyorlar ve bunalıma bile giriyorlardı.
İşte kölelik döneminden ÜCRETLİ KÖLELİK DÖNEMİNE GEÇİLMİŞTİ tabir caizse sanayi devrimi ile. 1700 küsurlu yıllardan bilgi toplumuna kadarki süre. Hizmetler sektörünün başına dek.
Ne var ki, bu koşullar sanayi devrindeki kölelik döneminden önceye göre çok modern, yakın çağın sonu, bilgi çağına göre çok çok ilkel ve zorba dönemler ve koşullardı.
Sanayi devrinin istihdam koşullarını insanlık unutmuş ve ücretli kölelik dönemindeki ağır koşullardan rahatsız olmaya başlamışlardı. Kitlesel karşı çıkışlar, baş kaldırılar, kıyamlar, talanlar, protestolar, yıkımlar, ölümler, kanlar… ve ardından SENDİKALAR. Pek tabi ki bu dönemin işçi sınıfı bir araya gelerek örgütlenmiş ve SENDİKAları oluşturmuştu. Bu dönemde KAPİTALİZM tarafından şiddetle karşı çıkılan ve İLLEGAL olarak görülen SENDİKALAR, Sovyetler’deki başarı ve etkisi görülünce, işçi sınıfının SENDİKAL MÜCADELESİ güçlenince, bizim KAPİTAL CANAVARLAR, sendikaları ve sendikal mücadeleyi kabul etmiş kendi bünyesine alarak AZMAN İŞÇİ SINIFINI böylece (sözümona) EVCİLLEŞTİRMİŞTİ.
Kölelik döneminden bu günlere bu serencamı neden ortaya koydum. Tabi ki bizim için, yani Türk İnsanı için. Neden mi, çok nedeni var.
Bir kere bizim insanımız her şeyi çok çok hazır şekilde bulmuş. Ne emekçi, sanayi dönemindeki tırnaklarını kazanarak elde ettikleri mücadeleyi yaşamış, ne esmer vatandaşlarımız, zencilerin beyazlara karşı ölümüne mücadelesi gibi bir mücadele yaşamış, ne kadınlarımız (batıdaki kadar) kendilerinin seçme seçilme ve toplumda yer edinme mücadelesini yaşamıştır.
Mondoros Mütarekesi’nden sonra darmadağın olan ülke toprakları, ülke insanları ve ülke insanlarının yaşamları, vizyon sahibi bir lider tarafından toparlanacak ve binbir güçlükle yer yer mucize direnişlerle kurtuluş destanı verilecek ardından bir Cumhuriyet kurulacaktı. Kuruldu da. Hatta, daha 9 gün önce ilk parlamentomuzun açılışının 100. yılının kutlamasını çocuklar gibi şen bir şekilde hep birlikte koro halinde balkonlardan kutladık.
29 Ekim’de Genç Cumhuriyet kurulmuş ve bu devletin temel şekli ortaya çıkmış ve ardından kanunlar TBMM de birbiri ardından geçmeye başlamıştı. Ne şanstı ki, o dönem VİZYON SAHİBİ belki de son üç yüz yıl boyunca batı karşısında kompleks duymuş yöneticilere rağmen, batı medeniyetinin önünde ve hatta çok ilerisinde beyin yapısına sahip Mustafa Kemal Atatürk toplumsal, ekonomik ve kültürel alanda batının insanının zorla tırnağını kanatarak kazandığı hakları bir kanun veya nizamname ve/veya kanunname ile HALKININ AYAKLARI ALTINA SERMİŞTİ.
İşte zurnanın tiz sesiyle üflendiği nokta burada. Yani zurna hazretlerinin ZIRT dediği yer.
Bizim insanımıza her şey lutfedilmişti. Bizim toplumsal mücadelemiz ve sivil örgütlenmemiz iki nedenden dolayı KRONİK BİR ŞEKİLDE KADÜK KALMIŞTIR.
Birinci sebep, Türk (İslam) Kültüründen gelen, “ulül-emre itaat”
İkinci sebep, hak savunuculuğu mücadelesinin öyle yüz iki yüz yıllık belirgin bir geçmişinin olmaması.
İşte yukarıdaki iki sebepten dolayı Türkiye’de sivil toplum mücadelesi, emekçi mücadele, hak arama mücadelesi (şimdiye kadar yapılan kazanımların hakkını da teslim etmek kaydıyla) bir yere kadar ancak götürülebilmiştir. Geri kalan durumda şu iki varsayılan ayar işlemiştir hep.
Birincisi, ulül-emre KAYITSIZ ŞARTSIZ TAPARCASINA SKOLASTİK BİR KEYİFLE itaat!
İkincisi, Atatürk’ün çoğu hakları hazır lutfetmesinin verdiği rahatlıkla, “bir benim itiraz veya direnişimle ne değişecek ki” varsayılan ayar zihniyetimiz.
HASILI, GELİNEN NOKTA:
Başlığı koyduk, “Hangi 1 Mayıs?”.
Ne idüğü belli olmayan bir arasat döneminde, sindirilmiş, elemine edilmiş, kısırlaştırılmış, teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı işsizlik tehdidinin altında, hizmetler sektörünün kabus gibi büyüdüğü, bulanık mantık ve algoritmalarla insansız yönetim dediğimiz endüstri 4.0 ın psikozu altında şaşkına dönmüş, korona sürecinden sonra görülen müstakbel İŞSİZLİK korkusu altında kaygılı, esnek çalışma diye takdim edilen sistem içinde maaşların düşmesinden korkan bir emekçi kesiminin Bir Mayısı olsa ne olur olmasa ne olur.
Ne dersiniz, haksız mıyım. Kıymetli okurlarım inanın haksızsınız demenizi o kadar çok isterim ve isterdim kiii, keşke haksız olsam veya istikbal inkılabâtı içinde haksız çıkacak olsam. Keşke.
Ne yapalım, bu yazımızda da kesemizden PES PEMBE bir tablo çıkmadı. En sonunda okurlarım beni zihin karartıcı yazılarımdan dolayı “personna nangrada” (istenmeyen adam) ilan edecekler.
Ben de derim ki, beni istenmeyen adam ilan edin etmesine de yeter ki ben HAKSIZ ÇIKAYIM. Gelecek toz pembe olsun.
Kalın SAĞLICAKLA ve aydınlık yarınlara….
Emeğinize, us’unuza sağlık. Evet haklısınız. Hem de hiç kimsenin olmadığı kadar üstadım. Köleliğin danıskası, eğitimlisi yaşanıyor. Çok daha ilkelini az zaman sonra, PADİŞAHIM SEN ÇOK YAŞA dediğimizde yaşayacağız. %50 kesim dünden hazır!