Israrına dayanamayıp peşine takıldığı Ahmet Ağabeyi ile evden çıktıklarında nereye gideceklerini bilmiyorlardı. En azından Ali bilmiyordu. Ağabeyinin belki bir planı vardı ama kardeşine söylememişti. Hep öyle yapar, kulağına çıtlatır, ayrıntıları ona yolda anlatırdı. Aralarında 7- 8 yaş vardı ama Ali, bu yol ve macera arkadaşlığı için kendini biraz büyütür, ağabeyi de Ali’ye doğru küçülürdü. İyi anlaşırlardı yine de. Yani öyle sayılırdı daha doğrusu. Ali’nin anlaşmamak gibi bir tercihi olamazdı. Önemli olan ağabeyin anlaşmasıydı. Ağabeyinin kafasında bir plan varsa- ki hep olurdu-onu herkesten gizlemeyi başarırdı. Ahmet oyun planlarını başkalarının zararı üzerine kurardı. Her oyunda kendi karlı çıkmalıydı. Yoksa oyunbozanlık eder, kimseyi oynatmazdı. Bu yüzden onun planını kimse uygulamak istemezdi.
O gün de öyle oldu. Ağabey – kardeş avludan atlayıp Yetimlerin evkereden Darendelinin dereye, oradan da Haskun’un tepesinden Kilise mevkiine indiler. Ahmet önde, Ali arkada konuşa konuşa Topal İsmail’in Kilise mevkiindeki tarlasına vardılar.
Mahsuller, ekinler, bostanlar tarladan toplandıktan sonra arta kalana “Afara” veya “başak” denirdi. İsteyen bunları toplayabilirdi. Güz karpuzu ekili bu tarlanın da karpuzları toplanıp satılmış, yerinde kalanları sebil edilmişti. Ahmet’in kafasındaki plan şuydu: ‘Afara yapmak’. Kardeşini arkasına takıp yokuşlar tırmandırıp, dereler, çalılıklar, fundalıklar geçerek buralara eziyetle gelmesinin nedeni buydu.
“Karpuz afarası…” Ali’yi ısrarla yanında götürmek istemesinin de ayrı bir hikâyesi, gizli bir amacı vardı. Bu çocuk meyve toplama konusunda çok yetenekliydi. Yaşıtı çocukların ”Bu ağaçta hiç meyve kalmamış” dedikleri ağaca çıkan Ali, koynunda istediğiniz kadar meyveyle iner “Hani yoktu; yeter ki ağacı göreyim, meyveyi nasıl gizlerse gizlesin, neresine saklarsa saklasın bulurum” derdi. Yani Ahmet ağabeyinin arkasına takıp getirdiği bu çocuk meyve toplama uzmanıydı. Bostan bozulalı bir hayli zaman geçmiş, tevekleri çobanlar çoktan hayvanlarına yedirmişti. Karpuz bulma umudu çok zayıftı ama Ali için değil… Etrafı biraz kolaçan ettikten sonra Ağabeyine bağıdı ”Karpuz buldum bak kocaman.” Kucaklayamıyordu. Karpuz on kilo civarındaydı. Tarlanın içinde yer yer yeşil kalmış kızıl bacak otları vardı. Ali, karpuzların teveklerini bu otların içine uzatıp oralara döl bırakarak -bir nevi neslini devam ettirme içgüdüsüyle-kocaman karpuzlar gizleyebildiğini tahmin ediyordu.
Ağabeyi koşarak geldi. Yakındaki meşe ağacının koyu gölgesinde karpuzu kestiler. İkisinin bu büyüklükteki karpuzu yiyip bitirmeleri imkânsızdı. Nereden çıktılarsa iki gençle bir çocuk; Şahin Mehmet, Şinasi ve kardeşi Muzaffer yanlarında bitiverdiler. ”Topal kurdun nasibi ayağına gelir” derler. Karpuz hepsine yetti.
Yaz mevsiminde özgürce dolaşmak köy çocuklarının en büyük eğlencesiydi. üç beşinin bir araya gelmesi ise büyüklerin en büyük kâbusuydu. Bu çocuklar, bir hedefleri olmaksızın serseri mayınlar gibi dolaşıp yeşil sebze ve meyvelere zarar vermekten kaçınmazlardı. Her köy çocuklarının anları içinde en net kareler çaldıkları meyveler, sebzeler, bahçelere verdikleri zararlar bulunurdu. Üç genç ile iki çocuk, karpuzu yedikten sonra ortak eylem kararı aldılar: Emin Haşim’in bahçesine girip oradaki dağ evinin saçaklarına yuva yapmış eşek arılarıyla savaşmak…
Boyunlarında asılı sapanlara çok güveniyorlardı. Fakat eşek arılarının da boynu sapanlı, yaramaz köy çocuklarına karşı taktik geliştirebileceğini bilemeyecek kadar acemiydiler. Arıların, yuvadan topluca çıkıp, sağa sola hamleler yaparak şaşırtmaca taktiği uygulayarak ani saldırılar yapacakları akıllarına gelmemişti.
Hemen yakınlarındaki birkaç odalı bahçe evinin saçaklarındaki yuvalara hücuma geçtiler. Sapan taşı sağanağı sona erince arıların saldırısı başladı. Yüzlerce arı aynı anda yuvalarından çıkıp etrafa dağıldı. Kontrollerini kaybetmişlerdi. Çocuklar bu saldırıyı yere upuzun yatıp dakikalarca sessiz ve hareketsiz kalarak savuşturdular.
Arılara karşı girişilen bu savaştan galip çıkan olmamıştı. Birkaç arıyı öldüren çocukların kafa ve kollarında da günün ansına kırmızı şişlikler oluşmuştu. ”Bir sizden bir bizden” hesabı olmuş, çocuklar kısa zamanda bu oyundan da bıkmışlardı. Gündüzleri bahçe içindeki evde kimseler bulunmuyordu. Geceleri tarladan gelen sahibi, burada yatıp ağaçları suluyor, güya meyveler çalınmasın diye bekçilik yapıyordu. Bahçede yazlık- kışlık olmak üzere her mevsim meyve ve sebze bulunurdu. Bu mevsimde mandalinalar sararmaya, hambelezler beyazlaşmaya başlamıştı.
Çocuklar evin önünde yer alan sulama havuzundaki kaplumbağaları seyrettiler. Havuza birkaç taş attılar. Sıkılmışlardı.
Birisi “Hambelezler olmuş, gelin, buraya gelin!” diye bağırdı. Yaz meyvesini toplamayıp yemenin haram olmadığını sanıyorlardı. ”Göz hakkı diye bir şey var” diye düşündüler. Dallarında bembeyaz hambelezler olan ağaçlara yanaşıp toplamaya, ceplerine doldurmaya başlamışlardı ki tıngırdayan bir at arabası sesiyle irkildiler. Bahçenin çiti kenarında arabayı durdurdular. Bir adamla birkaç kadın vardı arabada.. Çocukları görünce arabadan atlayıp birkaç dakikada başlarına dikiliverdiler. Çocuklar suçüstü yakalamışlardı. Adam, elindeki kırbaçla arabadan atlayıp koşmaya başlamış, çocukların kaçmaya fırsatı olmamıştı.
Kara Kemal tepelerine dikiliverdi. Ahmet’le Ali’nin akrabasıydı aslında bu adam. Bahçe sahibinin ve damadıydı aynı zamanda. Ali cebindekileri avuç avuç yere atarak alçak sürünmeyle bir hendeğin tabanından giderken yakalandı. “Ayağa kalkın ”dedi kırbaçlı adam. Bir sürü nasihatten sonra “Şimdi size bir şey yapmayacağım. Akşamleyin muhtarın odasında görüşürüz” diyerek geldiği yöne doğru çekip gitti.
Kara Kemal gidince durum değerlendirilmesi yapıldı. Ahmet “Keşke dövseydi. Biraz canımız acırdı. Şimdi muhtar odasına çekilirsek yandık! Hem muhtar hem azalar döver, babalarımız da cabası… Fakat yapacakları fazla bir şeyleri yoktu. Akşam eve dönecekler ama tetikte duracaklardı. Muhtar odasına genellikle köy bekçisi gelip çağırırdı. Onun gelişini dört gözle bekleyecekler, dış avludan çağırınca evden kaçacaklardı.
Muhtar odasına çekilmenin ne demek olduğunu daha küçücük yaşlardayken öğrenmişlerdi. Eski muhtarlar köydeki şikâyetleri ihtiyar heyetiyle değerlendirip cezayı kendi elleriyle veriyorlardı. Bu cezaların en hafifi falakaya yatırmaktı. Ahmet’le Ali birkaç defa muhtar odasında dayağa yatırılan suçluların naralarını duymuşlardı. ”Bir daha yapmayacağım, tövbe!” diye pencere parmaklıklarına tutunup kaçmaya çalışan suçluları geri çekip kuvvetli azalara dövdüren muhtarlara şahit olmuşlardı. Bir defasında asker kaçağı olan Neciplerin çobanının bu şekilde cezalandırıldığına da şahitlik etmişlerdi. Eve geldiler ama yemeden içmeden kesilmişlerdi. Anneleri “Oğlum haydi sofraya” dediğinde Ahmet’le Ali birbirlerine bakıştılar. Çocukların bırakın yemek yemeyi bir yudum su içecek halleri bile yoktu. Onlar, dış avludan gelecek sese kulak kabartıyorlar, korkudan birbirlerine bakıp sonları hakkındaki belirsizliğe üzülüyorlardı.
Muhtar da iriyarı ve sert biriydi. Ellerine düşerlerse hiç acımadan falakaya yatırırdı. Beklediler. Ses dinlediler, uyumadılar. Dış avludan bekledikleri ses akşam ezanını geçer geçmez geldi. Dış avluya kadar gelen bekçi Kara Mustafa’ydı. Sesinden tanıdılar. Evi yandan dolanıp tavan arasına çıktılar. ”Mehmet Ağa, çık buraya kadar, seninle bir şey konuşacağız” “Geliyorum” dedi Mahmutoğlu Mehmet.
Çocuklar tavan arasında upuzun yatıyorlar, nefes dahi almıyorlardı. Fısıltıyla konuşuyorlardı; arda babaları ”Tamam, merak etme hallederiz. Hele yarın olsun. Sabah ola hayır ola Mustafa. Sen selam söyle, merak etmesin.” Mahmutoğlu kahvehanelere doğru giderken çocuklar da aşağıya inip çardağa çıktılar. Uyku tutmuyor, dönüp duruyorlardı. Uzakta bir baykuş ötüyordu. Ahmet ”Bir de sen çıkma karşımıza, bizim derdimiz bize yetiyor zaten ”diye söylendi. Sabah erkenden evden çıkıp yakın köyde iç güveyisi olan dayılarına gittiler. Akşam geç vakitte eve geldiler. Bir kaç gün boyunca tedirginliklerini atamadılar. Hala babalarının bekçiyle konuşmasını çözememişlerdi. O akşam da muhtar odasına çağırılmadıklarını görünce sevindiler, ama yine de emin olamıyorlardı…
Sonra işin aslı anlaşıldı. Mahmutoğlu Mehmet seçimlerde Arnavut Remzi’ye oy vermemiş, Koca Duran’ı tercih etmişti. Seçimler yakın olduğu için o akşam Muhtar, Kara Bekçiyi yollayarak Mahmut oğlunu çağırtmış, yaklaşan seçimlerde kendisine oy vermesi için ikna etmeye çalışmış, hatta ikna da etmişti.
Aslında Kara Kemal, birkaç gün önce çocukları şikâyet etmiş, muhtar “Ben hallederim” deyip işi savsaklamıştı. Kemal üsteleyince de “Seçim yaklaşıyor, şimdi sırası değil Kemal. O çocukları dövdürürsem babalarından nasıl oy isterim? Hem onlar akrabanız, bir avuç hambelezin lafı mı olur?” diyerek olayı geçiştirmişti.
Çocuklar da üç gün boyunca yaşadıkları ‘muhtar odası’ korkusunu bir kaç oyla atlatmanın sevincini yaşıyorlardı. Ahmet Abisi Ali’yi öperken ” Haydi atlattık, Bir daha hambelez yersem ne olayım…”diyordu. Ali de “Hambelez mi? Adını anarsam adam değilim” Ahmet Ağabeyi gülüyordu “Oğlum sen zaten adam değilsin ki, çocuksun”…
Ali Ayaz,
10 Eylül 2018
Pazar, Adana