“Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur”
( Şeyhülislâm Yahya)
Zaman zaman, okumanın ve şiir üzerine düşünmenin beni yorduğunu hissediyorum. Her zaman cehaletin karşısında oldum; çünkü bilmemek insanı yanlışa götüren amillerin başında geliyor. “Bu, neden böyledir?” diye, mutlaka okumalı ve düşünmeliyiz. Sanatın hangi dalıyla ilgilenirsek ilgilenelim, sanatkâr için okumak, yeme içme gibi en acil ihtiyaçlardandır.
Okumanın bugüne kadar olumsuz sayılabilecek bir tek yönünü gördüm, o da şu: Okudukça öğreniyor, öğrendikçe sorguluyor, sorguladıkça da çağımız şiiri ve şairleri adına üzülüyorsunuz. Şiir öyle mufassal bir mefhûm ki, onun ciddiyetini ve derinliğini hissettikçe bazen boğulacak gibi oluyorum. Zaten var olan dertlerimin üstüne, yeni yeni dertler ekleniyor. Hele hele günümüz şairlerinin oradan buradan duydukları fikirleri, doğruluğunu araştırmadan savunduklarını gördükçe, her açıklamamdan sonra –kendi kendime- “artık konuşmayacağım” diye söz versem de, yine de duramıyor; başlıyorum konuşmaya.
Geçenlerde, Halk ve Divan şiiri üstüne ahkâm kesen bir şair dostun, “ Divan edebiyatı bir saray edebiyatıdır, ayrıca dili de Türkçe değildir; aruzu diriltmeye çalışmak ve şiirde sadece heceye bağlanmak, bugünün şiirine ihanettir. Aruzu ve heceyi bilmiyorum ama şiir de yazabiliyorum, varsa yoksa serbest şiir, ötekilerin devri kapandı.” diyince, “ cehalet, esaretten kötüdür” sözünün haklılığını bir defa daha anladım. Kendisini, söylediklerini ispata davet ettikten sonra, “hangi şairleri beğenir ve okursunuz?” dedim. “ Asıl siz söylediklerimin tersini ispat ediniz, her şey ortada” cevabına veren şair arkadaş- ki bu konuda bir mesnedi olmadığı her halinden belli oluyordu- beğendiği şairlerin, “Attila İlhan, Nazım Hikmet, Orhan Veli ve Fazıl Hüsnü Dağlarca” olduğunu söyleyince, “peki, dinleyin o zaman” dedim ve şu açıklamaları yaptım:
Bir kere, beğendiğiniz şairlerin hepsinin, hem gelenekle hem de sizin reddettiğiniz formlarla bağlantısı vardır. Bunlardan haberdar olmadığınız gibi, okuduğunuzu söylediğiniz Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şu fikirlerini de hiç duymamışsınız. “Aruzu ve heceyi bilmeyen biri, şiire yakın olamaz.” Şiir yazabilmek için, “elli tane kalın defter alacaksın, bu defterlerin her birinin üstüne Türkçemizde en çok kullanılan 15 heceyi, 35 de aruz veznini yazacaksın. En az o yüz sayfalık olan defteri o vezinle dolduracaksın, her dizeyi gömüt taşına yazar gibi, özene bezene yazacaksın. O defteri buraya getireceksin. Denetleyeceğim; her def¬ter vezin ve başka yanlışlıklar yapılmadan doldurulmuş mu? Doldurulmamışsa, git bir daha dene diyeceğim. Doldurulmuşsa, bu elli defteri yakacaksın, istediğin gibi şiir yazmaya başlayacaksın.” deyince, “bunları söyleyen gerçekten Fazıl Hüsnü’yse, bir daha o adamı okumam.” dedi.
Düşüncelerimizde bir eksiklik varsa bunu kızmadan kabul etmeliyiz, yoksa bilmediğimiz konularda ahkâm kesmenin bize hiçbir fayda sağlamayacağını er geç öğreniriz. Bir konu üzerinde konuşmaya, “bildiğim kadarıyla”, diye başlarsak, bildiğimiz eksik veya yanlış dahi olsa, hoş görülebiliriz; ama yanlış bilgi üzerinde ısrar edersek, bu inat bizi daha da kötü bir duruma düşürür.
İlk önce şunu öğrenmeliyiz: Bir fikre taassupla bağlanmak ve diğer görüşlere de önyargıyla yaklaşmak bizi yanlışa götürür; savunduğumuz düşüncenin dayanak noktalarını iyi belirlemeliyiz. Divan ve Halk şiiri birçok kişinin zannettiği gibi birbirinden kopuk bir edebiyat değildir, aslında onlar -çıkış noktaları Arap ve Fars şiiri olsa da- Türk kültürünün imzasını taşıyan -üvey değil- öz kardeşlerdir. Başlangıçta, dil olarak birbirinden kopuk görünseler de, 16. yüzyıldan sonra birbirine yaklaşmaya başlarlar. Edebiyatımızı her dönemiyle, her şekliyle bir bütün olarak kabul etmemiz lazım. Divan şiirini bizim şiirimiz olarak görmeyenler bu düşünceleriyle neyin peşindedirler? Baki, Fuzuli ve diğer şairler bizden değil midir? Geçmişi her yönüyle inkâr bize ne kazandıracak? O gün yazılan şiirlerin dili bugün anlaşılmıyorsa, bu durumun oluşmasında o şairlerin ne suçu var? Her gün yozlaşan dilimize bakıyorum da –dil olarak- bizim üç yüz yıl sonra anlaşılabileceğimizin garantisi var mı?
Geçmişte yazılan şiirlerin, bugüne göre anlaşılmaz olduğu gerçeğini ben de kabul ediyorum; ama onları yok saymak ne demek? Bu kanaatte olanların, o şairlerimize haksızlık yaptığını düşünüyorum. Divan şiiri konusunda ikilemler yaşayan Nurullah Ataç, “Şiirimiz Üzerine” adlı yazısında, bakın ne diyor: “Şiirimizi, eski şiirlerimizi okumalıyız. Dilimizi gerçekten öğrenmenin, tadına varıp onunla güzel biçimler kurmak gücünü edinmenin başka yolu yoktur. (…) Saz ozanlarımızın şiirlerini okumalıyız, ama Divan şiirini de bırakamayız. Bize dilimizi asıl onlar öğretecek, tadına asıl onlar erdireceklerdir. Fuzuli’nin gazellerini okurken o Arapça, Farsça sözcüklerin altında Türkçenin tatlı sesini duymuyor musunuz? Suçu onlarda değil, kendinizde arayın. Karacaoğlan’a bayılırım ama Nedim’i, Galip’i okurken de kelimeleri her zaman anlamasam dahi, gene benim dilim olduğunu seziyorum, gene kendi dilimi duyduğum için yüreğim çarpıyor. Divan şairlerimizin Arapça’dan Farsça’dan aldıkları sözler, onların dillerini Türkçe olmaktan çıkarmamıştır. O sözler birer yabancıdır ama salınıp gezdikleri bahçenin toprağı buram buram Türkçe kokar, Türk kokar. ” Şu mısralar üzerinde bunu tecrübe edelim:
“Gittin ammâ ki kodun hasreti cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile” ( Neşâti)Halk şiiriyle Divan şiirini birbirinden kopuk düşünmek doğru değildir. Bu düşünceye karşı çıkanlara, Prof. Dr. Cemal Kurnaz‘ın, “ Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Denemeler” adlı kitabını- her cümlenin altını çize çize- okumalarını tavsiye ediyorum. Kitapta ortaya konan örneklerden bazıları şunlar:
“Herkesin bildiği bir türkü var. Hani, “Allı yazma bürünür / Ucu yerde sürünür” diyor. Bu türkü bana hep Vâsıf’ın şu beytini hatırlatır: “O gül-endâm bir âl şâle bürünsün yürüsün / Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.”
“Divan şiirinde âşık, sevgilinin ayak bastığı toprağı ve ayak izini öpmek, yüz sürmek için can atar. Aynı durum mânilerde de yer alır: “Ayak bastığın yeri /Gel öpem yüzü koyun.”
“Gül” sevgili, “diken” de âşığın ona ulaşmasını engelleyen rakibdir, rakibin hançeridir. Aşk hadisesi, her iki şiir anlayışında da “âşık-rakib-sevgili” üçlüsü etrafında düşünülür. Divan şiirinde olduğu gibi, Halk şiirinde de rakib bazan “ağyâr, engel” gibi adlarla anılır. Şu mânide “engel”lerin çengele asılarak idam edilmesi istenmektedir: “Kapıları mengene / Irast geldim engele / Şu benim engellerim / Asılsaydı çengele.”
Divan şiirinde rüzgâr -özellikle sabah yeli- “peyk”tir, âşıkların habercisidir. Halk şiirinde de öyle. Şu bilmecenin cevabı ne kadar kolay:“Âşıkların habercisi / Sabahın tatlı sesi”
“Divan şiiri ile anonim halk edebiyatı mahsulleri arasındaki benzer söyleyişler bunlardan ibâret değildir. Sevgilinin sultan, âşığın kul oluşu; sevgilinin boyunun elife, yüzünün güneşe, dişlerinin inciye, gönlün şişeye benzetilişi gibi daha birçok örnek mevcut ise de” bu kadar örneğin bu konudaki birlikteliğin anlaşılması için yeterli olacağını düşünüyorum.
DEVAMI GELECEK SAYIDA…
Mehmet Nuri PARMAKSIZ
“Ben tâ senin yanında bile hasretim sana” ( Rabia Hatun)
“Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz” ( Mahîr)
“Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül ( Nef ’i)