Tapu müdürlüğü sokağında ilerliyordum. Eski, belki otuz yıllık, beyaz bir ev var hemen bitişiğinde. Teras balkona beyaz ve desensiz bir tül gerilmişti. Arkasında biri vardı fakat hemen açık olan evin dış kapısından içeri girdi. Çünkü biz de evin araba çıkış kapısının önünde durmuş dertli bir sohbete koyulmuştuk. Evin sahibesi de, teras balkona nazaran bize daha yakın olan pencerenin arkasına gizlenmiş bizi dinlemeye koyulmuştu.
Bu “dinleyici”ler niye bitmiyor ülkemde! diye de hayıflanmıştım sessizce. Umursamadan ben anlattım, o da anlattı. Kız meslek lisesinde beraber çalışmıştık. Başka bir öğretmenden daha bahsetti. Hatırlar gibi oldum, dedim. Fakat yine de tam çıkaramadım. O da annesini, babasını kovmuştu. Üç yıldır konuşmuyordu.
Bu moruklar neden bu hale geldiler?.. diye konuyu bağlamaya çalıştık fakat bağlayamadık. Sonra, o yoluna gitti ben de bankamatiğe. 50 lira lazımdı. Almanca 120 saat A1 belgemin çıktısını alacaktım. Ve bir de sigara.
Bizi penceresinden, perdesinin arkasından dinleyen de moruktu.
Gittim. Dönüş yolunda kafeye oturdum. Kafenin yan tarafına. Üç beş dakika geçmedi ki bir ihtiyar belirdi tepemde. Oturabilir miyim, dedi. Bir baktım; geçen, kaldırım üstündeki yan masaya oturmuş torununu gözleyen ihtiyar. Emekli öğretmen.
Kahvesini aldı geldi. Arka cebinde bir gazetenin dört kitap eki dergisini gösterdi. Atacaktım, atamadım, dedi. Bir gazeteden kestiği köşe yazısını bana uzattı. Öner Yağcı’nın bir yazısı. Okumak üzerine bir yazı. Zilelidir Öner Yağcı. Hemşerimdir, dedim. Hızlıca okumaya başladım. Bertolt’u örnek vermişti ilkin Öner Yağcı. Emin Özdemir, Maksim Gorki, Umberto Eco’dan da alıntılar vardı yazı da.
Bu ihtiyar karşıma ne zaman çıksa hep okumakla ilgili konular açıyor. Genelev konusu hariç. Genelev konusunu, buradaki azmanlara bakıp söylemişti. İnşaat sezonu olduğu için amelesi mamalesi tehlike arz ediyorlar, demişti. Haklıydı.
Umberto Eco’yu anlamakta zorlanıyorum, dedim. Prag Mezarlığı mesela dedim. Belki de kafam bulanıktı… okuyamadım, zorlandım, dedim.
Konu döndü dolandı eski belediye başkanlarına, şimdiki başkana, genel merkez oyunlarına… Evet; sistem, eski solcuları istemiyordu. Her şey rantiyeye döndü, kanaatine vardık. “Oyun büyük” dedik.
CHP MHP tırıvırı, dedik.
Daha genç bir emekli öğretmen arkadaş geldi. Gitgide gençleşiyor nedense. Para, insanı gençleştiriyor nedense. Ondan da Didim emlak piyasası hakkında brifingi aldık. Her şey iki katı, dedik. Arkadaşı olan diğer kişi Türkiye’de değildi. İspanya’ya gitmiş. Oradan vatandaşlık almak için. Tabii, evvelinde mülk edinmek gerekiyormuş. Tam üç gündür İspanya ile ilgili muhabbetlere denk geliyorum. Hayırdır, dedim içten içe.
Mesaj atsana watsap’tan dedi. Attım. Hiç yanıt gelmedi. Festival festival, boğa koşusu boğa koşusu… dedik. Belki de ölmüştür, dedik. Boş gezenin boş kalfası, dedim içimden. Tam “Kolpaçino”luk tip. Bir “başgan” tiplemesi vardı ya. Kobe etinin faydalarını öğreniyor da olabilir, dedik.
Dört yıl önce dul iki kadın öğretmen arkadaş da İspanyolca öğrenmeye gitmişlerdi. Gayet başarılı bir çalışma olmuştu. İspanyolca sert bir dildir, dedik.
Hizmet içi eğitimler kadar hizmet içi yurt dışı eğitimler de öğretmenin ufkunu açar. Bilhassa gruplar halindeki çalışmalar, beyin fırtınaları oluşturur.
Yaşlı emekli öğretmen abi ciddiyetle dinlerken, daha genç emekli olan arkadaş dişlerini sıka sıka gülüyordu.
Olley Halil! Olley Halil!! dedim. İkisi de anlamadı.
Genç emekli öğretmen arkadaş sordu; Halil kim?..
Bir arkadaş, dedim. Öğretmen değil, dedim.