Güneş, nedense daha bir cezbedici geldi bu gün.
Geceleri geç yatmanın bir tezahürü olsa gerek; iyi bir uyku çekilse de, derin bir tekrar yatıp uyuma isteksisi
ile girilen bir harpten sonra kendini dışarı atış ve yürüyüş…
Şu, Atatürk Bulvarı’ndan kaçıncı yürüyüşüm… Yıllardır yürüyüşüm…
Bu gün daha bir farklı bir yürüyüş oldu, galiba. Mesela; tanıdık kimseyi görmedim.
Birkaç it uğursuz aklımın penceresinde görünüp kayboldu.
Belki, bulvarda yürürken beni görmüş olanlar da vardır. Beni görüp de kaçma isteksisi oluşturabildiğim her insan,
başarıdır benim için.
Halil‘i de görmedim. O da, sanırım yine cezbedici güneş yüzünden, halilülasyonluğa ara verip; ya görünmez oldu
ya da herhangi birisini kendisi sanır hale getirdi… bilinmez.
Yol dediğimiz şey ne kadar ilginç bir şey aslında. Aynı nehirde iki kere yıkanılamayacağı gibi aynı yolda yürüyüp durduğunuzu sandığınız
yerde aynı yolda yürümüyor muyduk.
Kimisi, birilerine rastlasam der kimisi bana kimse rastlamasın der. “(O zaman, yolu değiştir!)”
–
Ben yürürken Halil yine tebelleş olsaydı acaba neler der ve nasıl kafa ütülerdi. Yokken bile ismini düşürebiliyor akla.
Sinir bozucu tek bir damla gibi; üstelik de bulutsuz bir günde.
Doğru, yanlış; boş, dolu; lüzumlu, lüzumsuz… Şu, bilhassa “doğru-yanlış” düzleminde konuştuğu şeyler. Yani diyelim ki,
çok doğru şeyler konuştu. Her doğruyu bilmek zorunda mıyım! Hele de, bildiğim doğruları “re-play” etmesi!
Yanlış veya kötü şeylerin yanı sıra doğru şeyleri de konuşması, onu nazarımda gamlı baykuş’a döndürüyor.
“Evrensel doğru” değil; gerçek olay-oluşu bakımından “doğru” demek istiyorum.
Neyse.
Emlakçılara mutlaka değinirdi. Ben de zaten bu yürüyüşte dikkat ettim; baya bir artmış gene emlakçılar.
Zaten çok fazlalar da yeni yeni tabelaların fazlalığı dikkatimi çekti.
Emlakçılardan önce, daha yolun başlarında iflas bayrağını çeken, faaliyet alanı değişen, yıkılan-yenisi yapılan bir sürü iş yeri gördüm.
Boş olduğunu bildiğim arsalara da yeni binalar dikilir olmuş. Dikilmiş veya dikilmek üzere, inşaat halinde.
Sonra işte, emlakçılara dikkat kesilmiştim. Özellikle Altınkum‘a yaklaşırkenki seyrim sonucu farkına vardığım durum.
Altınkum minibüs durağına yakın bir yerde işyeri olan tanıdık bir emlakçı arkadaş var.
Yine, tanıdık; emekli bir öğretmen arkadaşla beraber emlak emlak, komisyon komisyon koşturup duruyorlar.
Arada bir rastlaştığımızda otururuz McDomalt’a. Yani onlar orayı sevdikleri için oraya otururuz. Kahve filan içeriz.
“McDomalt” diye onlar diyor.
Muhabbetimiz iyidir filan da… ben bu kadar paraya aç iki insan görmedim, desem, yerinde bir söz olur rahatlıkla.
(Çok, değil; çok çok zenginler.)
Yani hani az buçuk bir samimiyetimiz olmasa, mesela yeni tanışmış filan olsak, donuma kadar soyarlar beni.
Donu almazlar, bak almadık deyip beni yine borçlu çıkarırlar.
Ne olursa olsun, kökü tamamen para hırsına dayanan değil de, içlerindeki iyi bir şeyi ortaya çıkaramayacak kadar sarıp sarmalamış
dışsal kaynaklı bir hırsın onları teslim aldığını düşünerek konuşurum onlarla.
Öğretmen olmayanla dertleşmiştik birkaç kez. Ebeveynleri, ki çok zenginler, para, hırs, vurgun, soygundan örülü bir dünyada
büyütmüşler onu. Aslında farklı bir şeyler yapma istençleri de oluyor ama nedense sanki işte o ebeveynlerine
bir şeyler ispatlama zorunluluğuyla hareket ediyor.
Onlarla kahve içmeye oturduğumuz zamanların hepsinde ilginç bir deli dadanıyor. Yaklaşıyor onlara. Biraz eğiliyor.
“500 olur mu?” diyor. Bizimkiler “lan defol git!” diyorlar. Gidiyor. Nedir? diye soruyorum. Olmayan bir dükkanı almaya çalışıyor, diyorlar.
500 dediği de 500 bin lira.
Neyse.
Aşağı doğru, iş yerine yaklaşmışken, bir uğrayayım dedim. Geldim. Baktım. Dükkan kapalı.
Spor oldu en azından dedim. Geri, yukarı yollandım.
…
Didim, kara paranın en önemli merkezlerinden biri. Büyüyen bir sektör.
Yani öyle çiğköfte dükkanı, internet kafe gibi paravanlarla sindirilemeyecek kadar büyük bir sektör.
Bu emlakçıların, atıyorum, yüzde 70’i kara para aklıyor.
Bir kısmı fuhuş sektörü içindeler.
Bir kısmı çapkınlık için var. Yani, eşi dostu duymadan, emlak dükkanını şahsi kerhane gibi kullanıyor.