Diklenmek, kafa tutmak anlamında kullanıyor da, lakin öncesi de vardır, kavramı tam anlayabilmek için; hani “…yeter beee!” dercesine canı yanar ya insanın, işte o çığlığın ardından gelen içgüdesel bir ayağa kalkıştır aslında diklenmek.
Dedikten sonra, Taksim-Gezi vukuatlarının içine bir girelim bakalım. Taksim’e iki kere gittim. Birincisi Miraç Kandili gecesi, ikincisi geçtiğimiz Pazar günü (09.06.2013). İkisinde de devlet erkanının “marjinal” dediği, siyaset yelpazesinin sol ucuna yakın duran sol grup ve partilerle gezi eylemcilerinin (kibar olsun diye aktivitist diyemeyeceğim, “eylem” kavramı bana daha yakın duruyor) mekan ve isteklerinin ayrıştığını gözledim. Taksim alanı bu sol grup ve partilerin eylem alanıyken, Gezi Parkı belki de ilk defa “diklenen” eğitimli, genç, küreselleşme ile kültürel entegrasyona yatkın, umursamaz, bende düşünebilirim özgüvenli kitlenin eylem alanıydı.
Taksim-Gezi parkı eylemlerinin bir müdavimleri vardı bir de ziyaretçileri. Müdavimler kaybedecek bir şeyi olmayanlarla, kaybetmekten korkmayanlardı. Müdavimlerden Gezi Parkı müdavimleri korumak istedikleri ağaçların arasında tuttukları mevzileri korumak için tası tarağı da getirip sermişlerdi. Bazı çadırlarda çoluk çocuk kalıyorlardı. Taksim müdavimleri kurtarılmış bölge havasında eylem ortaya koyuyorlardı. Bunlar daha çok kaybedecek bir şeyi olmayanlardı ki, bu aynı zamanda kazanma umudunun da düşük olmasının verdiği cüretkârlıkla, mülkiyet karşıtlığına varan bir vandalizme neden oluyordu. Bu halleriyle Gezi Parkı müdavimlerinden ayrılıyorlardı. Burada umut varsa da, eylemcilerin biyolojik ömürlerini aşan bir umut!
Gezi parkı müdavimleri daha çok sistem içinde kalmakla birlikte, sistemin küresel (demokratik) normlarla kıyaslamasını yaparak, meta karşıtı, daha bir insan (özgürlükçü) ve çevre odaklı (insan-flora-fauna) olmasından yana muhalefetlerini ortaya koyuyorlardı. Özgürlük dedikleri küçük dünyalarının hedefleri içinde, bu özgürlüklerini yaşayabilecekleri mekânlara (mülkiyete) sahip olmaları gerektiğinden hareketle, mülkiyet karşıtı da değiller, lakin mutlak mülkiyetçi de değiller. Bu Gezi parkı müdavimlerinde Taksim müdavimlerinden farklı olarak umut var ve ulaşılabilir bir uzaklıkta. Ha bu umut, araç olarak illa siyasal iktidarı ele geçirmeği hedeflemiyor, TC vatandaşı olmak ve evrensel değerlerin mücadelesini vermek yeterli amaç için.
Dün akşam Taksim’e devletin operasyonu yapılırken, zaten bu sonun olacağını bilecek kadar yaşadığım için, bundan sonrasını düşünüyordum. Sadece bu operasyon sırasında, devletin ikiyüzlülüğünü, takiyeyi, yamalı toplumsal barışı, mevzileri kaybetme korkusunun verdiği zorbalığı da görmüş olduk bir kez daha, ama asıl önemli olan, basında, sanatçılarda, aydınlarda bir eziklik duygusuyla (bir kısmında) cesaretlenme de görülüyordu. Bazıları için TC coğrafyası hala darül harp addediliyor, cihadı kazanmak için her hile, hile-i şeriye yol ve yöntem olarak kullanılıyordu.
Liberaller geldi aklıma yarı yolda bırakılan; sonuçsuz alevi çalıştayları, roman buluşmaları.. Kürt kardeşlik açılımlarını düşündüm ve sonra bizim memlekette büyüklerin söylediği bir söz: “..Uşağım karnın tok, sırtın pek daha belanı mı arıyorsun, rahat dursana durduğun yerde!”. Ve düşündüm, Taksim-Gezi parkı eylemlerini, Türk ve Kürt barışını neresine koyabiliriz. Veya Kürt barışı Taksim-Gezi parkında nereye konuşlanacaktır? Toplumsal barış ve çağdaş demokrasi sadece “diğer” Türklerin sorunu mudur?
Yolumuz duble, artık isteyen uçağa binebiliyor, AVM mağazaları dünya tüketim ürünlerini ayağımıza geldi, (paran varsa) sağlık-eğitim dünya standartlarında… Sahi bu Taksim-Gezi parkı eylemcileri daha ne istiyorlardı? 11.06.2013