1980 Öncesi, biraz okuryazar olan gençler, kendi ideolojileri dışında
herhangi bir kitabı veya ideolojiyi incelemezlerdi. (Bu durum bugün de pekfarklı değil) Sol gençlik Nazım’cı, sağ gençlik Mehmet Akif’ciydi. Sol gençlik
Marks, Engels kitapları okur, Sağ gençlik Ziya Gökalp, Cemil Meriç. Aralarında
en okumuş bir solcunun bile, “Şu Cemil Meriç ne diyor bi kurcalayayım?”
biçiminde bir merak uyanmazdı içinde. Veya bir sağcı genç, “Yahu bu
Koministler bu Marks’tan niye bu kadar etkilenmişler?” biçiminde bir
soruyu sormazdı kendine. Okumuşları böyleydi, okumamışları sadece
sloganlarla yaşıyorlardı hayatı. Ağabeyleri ne derse o. Ak, ak; kara, kara…
Bir de Sev-genç denen bir gurup vardı ve bunlar hiç birini okuma gereği
duymaz lay lay loy lom yaşarlardı ki, kanımca o dönemde en akıllıca duruşu
sergileyen bunlardı.
Az sayıda benim gibiler de vardı. Ne sağcı ne solcu ne de sev-genç. Neydim
peki? Biraz Sevgenç, biraz solcu, biraz sağcı.
Sağcıların yapılarını (ki genelde kişilik olarak sağlamdılar mesela dostunu
arkadan bıçaklamazlardı) solcuların görüşlerini(ki evrensel fikirlere açıktılar),
Sevgenç’inde yaşam tarzlarını beğeniyordum. Okumuyordum, Sev-gençler gibi
yaşamak işime geldiğinden..
Marks’ı zaten okulda öğretiyorlardı, çok sağlam zor zamanlarımda destek olan bir sağcı
arkadaşım vardı ve beraber kafelere diskolara takıldığım bir Sevgenç grubum.
Her şey tıkırındaydı yani. Ne diye okuyacaktım?
Ama her şeyin içindeyken, her şeyin dışında olunamayacağı, bir gün
bir çatışma sırasında 30 polisin arasında kalıp, esaslı bir dayak yiyince
kafama dank etti. Ben nasıl bir gerçekliğin içindeydim ve bu ülkede neler
oluyordu? İşte bu noktada sorgulamaya başlıyorsun. Ve merak etmeye…
Ve okumaya… okumak, her hangi bir konuyu en iyi öğrenmenin yolunun,
karşı tezleri inceleyerek gerçekleşebildiğini öğretti bana. Ve değişik bakış
açılarının öğrenilmesinin insanın bakış açısını genişlettiğini de.
En önemlisi gerçek gerçekti ve gerçeğin sağı, solu, ideolojisi yoktu.
Herhangi bir ideolojinin fanatiği olmak, gerçeği es geçmenize neden
olabiliyordu. Ve entelektüel olmanın yolu, gerçeği tam da orijininde
yakalamaya çalışmaktan geçiyordu.
Her neyse… Gulag Takım Adaları adlı kitap da (Sovyetler aleyhinde diye)
sol kesimin okumadığı, sağ kesim tarafından okunan bir kitaptı.
Kitap 500 küsur sayfaydı ve 150. ci sayfasından sonra her açtığımda,
birkaç sayfa okuyup, ağlamaya başladığımdan, kitabı kapatıyordum. Birkaç
sayfa, birkaç sayfa okuyarak ve not tuta tuta kitabı zar zor bitirmiştim.
M.Ş.
2008 Mersin
KİTAP: GULAK TAKIM ADALARI
YAZAR: ALEKSANDR SOLJENİTSİN
SAYFA 23
Toplumsal suçsuzluk, toplumda aldırmazlık duygusu yaratır.
“Belki almazlar beni!”
…………..
SAYFA 49
Merhamet, akla dayanır.
…………..
SAYFA 56
Vaktiyle kitle yapısını düzenlemek ve sadeleştirmek amacıyla Deli Petro,
çeşitli halk sınıfları arasında bulunan hangi sınıfa ait olduğu anlaşılmayan
kişileri ayıklatmış ve halk kümelerini biri birinden ayıran çizgilere kesinlik
vermişti.
…………..
SAYFA 129
Özgürlüğün ölçüsünü kaybetmişiz! Nerede başladığını nerede bittiğini tayin
etmek için elimizde araç yok. Biz Asya halklarındanız, olur olmaz kimseler
alırlardı alırlardı, alırlardı bizden üşenmeden sonu gelmez açıklanmazlık
belgelerine imza.
…………..
SAYFA 132
İktidar bir zehirdir, binlerce yıldır tanınır. Hiçbir zaman ve hiçbir kimseye
başkaları üzerine maddi iktidar kurmak nasıp olmaya!
…………..
SAYFA 150
Kalp yaşadıkça bölücü çizgi yer değiştirir, kah kabaran kötü duyguların kah
genişleyerek parlayan iyiliğin etkisinde kalır. Aynı kimse, değişik zamanlarda
değişmiş pozisyonlarda büsbütün başkalaşmış niteliklerle karşımıza çıkar.
Kimi zaman şeytana yaklaşır, kimi zaman azizliğe. Oysa, adı değişmez ve biz
gördüğümüzü o ad’a yükleriz.
……………
SAYFA 154
Kötülük ancak iyilik sanılarak veya düşünülmüş anlaşılmış kanuni bir eylem
bilinerek yapılabilir. Şansımıza insanın yaratılışı öyledir. Yaptığına ÖZÜR arar.
Makbet’in özürleri kifayetsizdi bunun için vicdan azabına kurban gitti. Yago
ise bir kuzu. Onuncu cesetten sonra Shakespeare’in canilerinde ruhta
kuvvet kalmaz, fantezi iflas ederdi. Çünkü İDEOLOJİLERİ yoktu.
İdeoloji! İşte odur, işlenen cürümü haklı gösteren, caninin bileğine kolay
tükenmez kuvvet kazandıran nesne.
……………
SAYFA 158
Gençler alçaklığın her zaman refah getirdiğini ve hiçbir sefer ceza
görmediğini öğreniyorlar, böyle bir memlekette hem rahat bulunmaz hem
korkuyla yaşanır.
…………….
SAYFA 278
M. Gorki’ye yazılı 15 Eylül 1919 tarihli mektubunda, V.İlyiç(Lenin), aydınlar
arasında yapılan geniş tutuklamalar konusunda Gorki’nin sızlanmasına karşı
verdiği cevapta ve genellikle Rus aydınlar sınıfı hakkında kanısını bildirirken
şöyle demiştir. “Aslına bakarsan, bunlar bizim beynimiz değil, bokumuzdur.”
(Lenin 5.tab. C.51 s.48)
…………….
SAYFA 280
Bazen gece yarısı kilitte anahtar sesi duyulur ve herkesin yüreği hoplar.
Beni mi? Başka birisini mi? Ama bu herhangi bir saçma vesile ile tahta kapıyı
açan gardiyandan başkası değildir. “O pencerenin önüne koyduklarınızı
oradan kaldırın” Bu kapı açmalar her seferinde on dört kişinin ömrünü bir
yıl kısaltır. Belki de, elli kere böyle kapı açsalar kurşun harcamak zahmetin-
den kurtulacaklardı.
……………
SAYFA 365
Ölüm cezası 1918 yılında yeniden koyuldu. 16 ay içinde 16.000 den fazla
kişi öldürüldü. Bu ayda 1000 kişiden fazla demektir. Karşılaştırma yaptığımıza
göre şunu da ekleyebiliriz. İspanya’da Engizisyonun en şiddetli olduğu
seksen yıl içinde (1420-1498) ancak 10.000 kişi diri diri yakılmaya
mahkum edildi. Yani ayda 10 kişi.
…………….
SAYFA 368
1938 -1940 arası yarım milyon siyasi, 480.000 adi suçlu idam edildi. Ayda
ortalama 28.000 kişi.
…………….
SAYFA 367
Zarskoje Jelo dolaylarından gelen altı çiftçi kendi elleriyle işledikleri tarladaki
ekini biçip devlete verdikten sonra toprak tepecikler üzerinde kalan otları
kendi inekleri için topladıkları için idam cezasına çarptırıldılar.
……………
SAYFA 370
Bir tarım mühendisi bazı ekin numunelerini incelerken hatalar yaptığı için
ölüm cezasına çarptırıldı.1937
…………….
SAYFA 370
İplik çıkrığı yapan sanatkarlar cemiyetinin başkanı Melnikov atölyede
makineden atlayan bir kıvılcım yüzünden yangın çıktığı için ölüm cezasına
çarptırıldı. 1937 (Sonradan affedildi ve 10 yıllakurtuldu.)
……………
SAYFA 382
Bazıları hücre arkadaşlarının saçlarının üç dört gün içinde beyazlaştığına
şahit oldular.
……………
SAYFA 382
Bazıları mantığını, aklını kaybeder ama kaderini bekleyerek olduğu yerde
kalırdı. ÖLÜM HÜCRESİNDE DELİRENİ, DELİ OLARAK KURŞUNA DİZERLERDİ.
…………….
SAYFA 393
Açlık grevinin gücüne olan inancımızı tecrübelerden ve benzer olaylardan,
geçmişe ait edebiyattan almışızdır. Buna karşılık açlık grevinin sırf ahlaki
değer taşıyan bir karakteri vardır. Fakat ancak zindancının içinde bir vicdan
kırıntısı kaldığına inanıyorsanız etkili olur.
…………….
SAYFA 395
1920 yılından sonra neşeli açlık grevi tablosu kararmaya başladı. Herkesçe
bilinen ve faydalanılan bu savaşma aracı sadece sayılan siyaset adamları
tarafından değil her türlü tesadüfi katılanlar tarafından da uygulanmaya
başlandı. Fakat bir zamanlar o kadar isabetli olan oklar artık garip bir şekilde
körleşmiş tetiğe basan parmaklar sanki demirden bir pençeye yakalanmıştı.
Evet gerçi hala açlık grevi bildirileri kabul ediliyor üst makamlar da bunda
kışkırtıcı bir yön görmüyorlardı ama yeni kurallar konulmuştu. Açlık grevi
yapan tek başına bir özel hücreye alınıyor grevi kimsenin haber almamasına
çalışılıyordu. Böyle gösterileri merakla bekleyen bir dünya, yandaki hücreler,
o kimsenin kendi hücresi, hiçbirisi yoldaşlarından birinin açlık grevi yaptığını
bilmeyeceklerdi. Çünkü bu hücreler bile bir çeşit alenilik sayılırdı. Bu tedbiri
açıklamak için de müdürlüğün grev yapan kimseye arkadaşları tarafından
yemek byedirilmediğinden emin olması için bu yola başvurulduğunu
söylüyorlardı.
…………..
SAYFA 396
Yüksek makamlar 1930 yılından sonra açlık grevi bildirilerini bile kabul
etmemeye başladılar. 1932 yılında Yekaterina Olizkaya’ya ve daha birçok
kimseye “Artık açlık grevi diye bir şey yok” diye cevap verildi. Açlık
grevlerini hükümsüz kıldık işte o kadar!
Yeni tip cezaevlerinde açlık grevine insan kendi kendine izin verebilir mi?
Çünkü kapalılık ve gizlilik sayesinde artık gardiyanların elinde açlık grevine
karşı çok güçlü silahlar vardı.
1. Cezaevi müdürünün sabrı.
2. Hile. Bu da saklılık sayesinde gerçekleşmiştir.
3. Zorla besleme. Bu davranış bir çok yönden ırza geçmeye benzer.
Mahkumun ağzına bir levha sokarlar ve dişlerinin arasındaki açıklık yeteri
kadar genişleyince içeriye bir lastik hortum tıkarlar: “Yut!” Eğer mahkum
yutmazsa hortumu, sıvı onun yemek borusuna dökülecek kadar zorla
içeriye iterler. Ondan sonra da mahkumun kusmasını önlemek için karnına
masaj yaparlar. İnsan kendini kirlenmiş hisseder. Midesinin hazla dolduğunu
ağzında hoş tatların biriktiğini duyar.
……………..
SAYFA 424-25
Gardiyanlar seni Stolypin’in kompartımanına iterlerken burada da ızdırabını
paylaşacağın kimselerle karşılaşacağını beklersin. Bütün düşmanların seni
ezen herkesin parmaklıkların öbür tarafında kaldığını düşünür, burada
olacaklarını aklından geçirmezsin. Ama dikkat et, bakışlarını ranzadaki
kare şeklindeki biçime üzerindeki bu yegane göğe kaldırınca orada üç dört
hayır yüz değil, hayır iğrenç maymun suratı da değil, maymunlar çok daha
iyi kalpli ve düşünceli görünürler, hayır hatlar da değil çünkü bu söz de
çehreyi hatırlatır. Korkunç iğrenç ağız ve üzerlerinde yer alan hırs,
açgözlülük ve eğlence ifadesini görürsün. Hepsi sinek bekleyen birer
örümceğe benzerler. Onların ağları bu parmaklıklardır. Ve sen de ağın
içindesindir. Sanki seni arkandan ısıracaklarmış gibi ağızlarını büzerler,
konuşurken tıslarlar. Bu tıslamayı lisanımızın sesli harflerine tercih ettikleri
için konuşmalarında ancak kelimelerin sonu Rusçaya benzer,yoksa anlaşıl-
maz bir dildir. Bu garip goriller mayo ile oturmayı tercih ederler, çünkü
Stolypin’in içi çok sıcaktır. Kalın kırmızı enselerine adaleli omuzlarına
dövmeli yanmış göğüslerine bak… tutukluluk devresinde bizi kemiren
şeylere onlar hedef olmamışlardır. Kimdirler? Nereden gelmişlerdir?
Ama durun bu boyunların birinden bir haç sallanıyor. Evet bir ipin ucunda
küçük bir alüminyum haç. Hem şaşmış hem de biraz olsun rahatlamışsınızdır.
Aralarında dindarlar da var. Sana kötülük etmezler. Sen bunu düşünürken
o dindar, birden harekete geçer. Uzattığı iki parmağını gözlerine sokar.
Tehtid etmez. Parmakları gözlerinin içine gömülür. “Gözlerini oyarım pis herif”
der ve küfürü basar dinine imanına… tehdit değil, gözlerini sümüklü-
böcek gibi yuvalarından çıkartmaya hazır olduklarına göre, yanında ve
üzerinde bulunan şeyler için onlardan merhamet bekleyemezsin. Haç sağa
sola sallanır, sen henüz oyulmamış gözlerinle bu vahşi maskaralığa bakar,
dayanak noktanı kaybedersin. Hanginiz delidir? Kim delirecektir?
…………..
SAYFA 427-28
Cesaretle savaşabilmek için insanın hazırlıklı olması, onun anlamını kavraması
gerekir. Ama burada bu ön şartlar sağlanamamıştı. Serserilerle hiç ilişkisi
kalmamış olan bir insan bu savaşa hazırlıklı değildir. Hapishaneye yeni gelen
mahkum kendini “siyasi” olarak görmek ister. Yani kendisi halkın yanında
devlet ise karşısında yer almaktadır. Ama bu noktada farkına bile varmadan
çaresizliğe düşer. Her şey arkasında, yanında içinde birikir yükselir.
Kavramları birbirinde ayırt edemez. Bütün netlik parçalanır, önünde birikir.
(mahkum, o suçluların gardiyanla işbirliği yaptığını da hemen fark edemez.)
Cesaretle savaşabilmek için insanın arkasının emniyette olması, yardımcı bir
omuz, ayaklarının altında sağlam bir zemin gereklidir.
Elli sekizinci madde kurbanları için bu şartların hiçbiri yoktur. Politik sorguların
kıyma makinesi vücudunun dayanma gücünü kırmıştır. Aç kalmış, geceler
boyunca uyuyamamış günlerce buz gibi zindanda üşümüş, dayak yemiş,
keşke yalnız bedeniyle! Ruhuyla da yemiş, hiç yorulmadan ona hayatta
yaptığı, düşündüğü, başkalarını karşı duyduğu her şeyin yanlış olduğunu,
bu yüzden başarısızlığa uğradığını zorla beynine işlemişlerdir. –Herkesi
kesinlikle kırmak ve yanındakilerden kesinlikle koparmak- elli sekizinci
paragrafa göre sorgusu yapılanlarda erişilmesi istenilen amaçtır.
Uzun zaman her türlü birleşme şeklinden mahrum kalan siyasiler artık
adi suçlulara karşı da birleşemezler.
Yolculuk veya geçici hapishane için bıçak ve muşta gibi bir silah edinmek
fikri de onlara aynı ölçüde uzaktır. Birincisi niçin? Kime karşı? İkincisi elli
sekizinci paragrafın altında ezilirken bir de silah kullanırsan ikinci duruşma
sonun olabilir. Üçüncüsü arama sırasında seni bıçak için adi suçlulardan
daha ağır cezalandırırlar. Onların yanında bulunan bıçak serserilik, alışkanlık
ve sorumsuzluk anlamı taşır, sende ise terör.
…………….
SAYFA 446
Hapishane arabasını(araba mahkumları parti parti taşır) veya yürüyerek
götürüleceğimiz saati beklediğimiz için otururuz. Bunun için çoğunlukla
gizli yerler arar, hür kimselerin görmelerine engel olmak isterler. Ama
bazen de açık bir yer veya peron ile yetinmek zorunda kalırlar.
O zaman hür kişilerin durumu hiç de hoş olmaz. Bizler dürüst bakışlarımızı
onlara dikeriz. Ama onlar nasıl davranmalıdırlar? Nefretle mi süzmeli? Buna
vicdanları izin vermez. (Çünkü karşılarındakilerin mahkum olmayı hak
ettiklerine ancak Jermilov’lar inanır) Anlayışla mı? Üzüntüyle mi? Ama ya
isimleri yazıyorlarsa? Aleyhte delil toplamak için! Ve böylece gururlu hür
vatandaşlarımız başlarını eğer, sanki hayvanmışız gibi bizi hiç görmemeye
çalışırlar. Yaşlı anneler daha cesurdur, onlara fazla bir şey yapmazlar,
onlar Allah’a inanırlar. Küçük çıkınlarından bir ekmek çıkartır, bir parça
koparırlar. Eskiden kampta kalmış olanlar, adi suçlular da korkmazlar tabii.
Kampta kalmış olanlar bilirler: “İçeriye girmemiş olan girecektir,
içeriye giren unutmaz” onlar da sana ilerde senin onlara aynı davranışta
bulunman için bir paket sigara fırlatırlar. Yaşlı annelerin attıkları bize kadar
ulaşmaz, biraz ileride yere düşer. Nöbetçiler gürültüyle tüfeklerinin
emniyetlerini açarlar. Yaşlı kadına, iyiliğe ekmeğe karşı. “Defol oradan
ihtiyar!”
Ekmek parçası, o mübarek, kopartılmış ekmek biz götürülünceye kadar
tozların arasında kalır.
……………
SAYFA 447
Tutukluları hapishane arabasına kadar götürmek tehlikeli ise bir başka
komut kullanırlar. “Kol kola yürüyün” Bu alçaltıcı bir şey değildir. Koluna
gir! Yaşlı gencin, genç kız büyükannenin, sağlamlar sakatların. Artık iki
misli sıkışmış üstelik oldukça da ağırlaşmışsınızdır. Tek taraflı ağırlık
yüzünden felçli gibi çarpılarak üzerinizdeki bütün eşyalarla birlikte çaresizce
sendeleyerek ilerlersiniz. Pis, gri, anlamsız yaratıklar. Sadece bir içtenlikle
birleşmiş bir sürü kör gibi yürürsünüz. İnsanların karikatürü.
Sözünü etmediğimiz bir komut daha vardır. Bu ise bir kaz karikatürü. “Eller
topuğa” yani bir eli boş olan herkes bununla ayak bileğinin biraz üzerinden
ayağını tutacaktır.
“İleri” (Evet sevgili okuyucumuz. Kitabı bir an için elinizden bırakıp odada
böyle bir tur atın! Nasıl? Hızlı mı? Çevrenizde nelere dikkat ettiniz? Kaçmaya
ne dersiniz?) böyle üç dört düzine kazı gözünüzde canlandırabiliyor musunuz?
(Kiev 1940)
…………..
SAYFA 448
Yıllar boyunca gri renkteki bu çelik arabalar apaçık bir cezaevi demirbaşı
görüntüsündeydi. Büyük şehirlerde ancak savaştan sonra akıllarını başlarına
topladılar ve bunların dışlarını hoş renklerle boyayıp üzerlerine “Ekmek”
(İçindeki gerçekten büyük inşaatların ekmeğiydi.)
“Et” (kemik demek daha doğru olurdu)
Hatta “Sovyet şampanyası iç” diye yazılar yazdılar.
………….
Osoulakim’deki büyüklerden albay A.D. Lunin 1946 da Butyrka’ daki
hücresinde 8 martta Moskova’da kadın mahkumları mahkemeden Taganka’ya
getiren cezaevi arabasında da Urka’ların genç bir kıza sırayla tecavüz
ettiklerine bizzat şahit olduğunu anlattı. (Arabada bulunan diğer mahkumlar
ellerinden bir şey gelmediği için susmuşlardı.) Nişanlı olan genç kız daha
o sabah hür olarak mahkemeye çıkmıştı. (Amiri ile yatmayı reddettiği için
adam onu iş yerini zamansız terk etmekle suçlamıştı.) kız hemen beş yıla
mahkum edildi ve aradan bir saat geçmeden “cezaevi arabasına” tıkıldı.
Ondan sonra da güpegündüz Sodovaya yolu üzerinde
(Sovyet şampanyası iç !)
Taganka’ya vardıkları zaman kız olayı subaya şikayet etti. Subay onu dinledi
ve esneyerek cevap verdi. “Devlet hepinize tek kişilik araba tahsis edemez.
Nakliye olanaklarımız kısıtlı.”
……………
SAYFA 453
Haydi canım! Ivanovo mu? O yıl her yer öyleydi. 1937/38 tabi. Mahkumlardan
söz etmeye gerek yok, taşlar bile aktarmaları gördükçe inliyorlardı. Mesela
Irkutsk. Öyle özel bir cezaevi olmadığı halde 1938 de doktorlar bile
koğuşlarda ilerlerken gardiyan “Baygın olan dışarıya çıksın.” diye bağırırdı.
……………..
SAYFA 454/55
“Eğer Vlodivostok’daki aktarmayı kastediyorsan1937 nin Şubat ayında orada
olsa olsa kırk bin kişi vardı.” “Ve aylarca orada kaldılar. Sedirler üzerinde
tahtakuruları çekirge sürüleri. Su mu? Günde yarım kap. “Ne suyumuz var ne
de su getirecek kimse “derlerdi. Kore’lilerin kampı ayrıydı. Hepsi dizanteriden
öldüler. Hepsi! Bizim kısımda da her gün 100 kişiyi dışarı taşırlardı. Cesetleri
koymak için yapılan bina inşa edilirken taş arabalarını tutuklular çekti. Bugün
sen çek yarın seni çekerler. Sonbaharda bir de tifüs salgını başladı. Biz de
herkes gibi yapar ölüleri kokuncaya kadar dışarı vermezdik. Herkesin gözü
onların yemek hakkındaydı. İlaç ne gezer! Dikenli tele gidip bağırırdık.
Bize ilaç verin! Ve onlar? Onlar da kulelerden ateş ederlerdi.
Daha sonra tifüslüleri ayrı bir barakaya aldılar. Oradan pek azı geri dönebildi.
İçeride birkaç katlı ranzalar vardı. Tuvalete girmek isteyen ateşli hasta
oradan nasıl insin? Olduğu yere alttakinin üzerine yapıyordu. İçeride bin beş
yüz kadar vardı. Sağlık memurluğu görevini yüklenen adi suçlular ölü-
lerin altın dişlerini söküyorlardı.”
“Öff sizin bu otuz yedi, otuz sekizden bıktım, 1949 dan bir örnek istemez
misiniz? Vaniko körfezinde, beşinci bölgede otuz beş bin kişi vardı. Kolima’ya
götürülmeyi bekliyorlardı.
Aylarca! Her gece barakanın birinden diğerine, bölgenin birinden diğerine
nakledildik! Sebebini sormayın. Faşistlerde olduğu gibi, ıslıklar, bağırmalar:
“Sona kalmadan çıkın"**
(*) Her şey koşarak yapılırdı. Daima koşarak.
(**) Bu söz çok ciddiydi. “Sona kalan öldürülür” demek istiyorlardı. Gerçekten
sona kalan en azından dayak yerdi.Herkes geride kalmamak için birbirini iterdi.)
Ekmek almaya yüz kişi, çabuk çabuk! Çorba taşımaya çabuk çabuk! Tabak
çanak yoktu. Çorbayı istediğin gibi tutardın. Paltonun kenarıyla, avucunla.
Suyu sarnıçtan alırlardı. Ama nasıl dağıtsınlar? Ucuna bir hortum bağlar
fışkırtırlardı, ağzını suya rastlatabilen içmiş sayılırdı. Yer kapmak için itişmeler
başlayınca kuleden ateş edilirdi. Aynı faşistlerdeki gibi.”
…………..
SAYFA 458
Takımadaların yerlilerinin günlük hayatı karşısında yazarların hayal güçleri
çok yetersiz kalır. Hapishaneler hakkında kötü en aşağılayıcı şeyleri yazmak
isteyen herkes” İdrar kovasını” hedef alır. Köşedeki o kovayı! Bu kova
edebiyatta cezaevlerinin tutuklu olmanın göğe yükselen, kokusu dünyayı
saran haksızlığın sembolü olmuştur. Ah siz düşüncesizler! Sanki o kova
mahkumlar için kötü bir şeydi! Onu icat edenler, merhametli gardiyanlardır.
Çünkü dehşet, kova hücrede bulunmadığı zaman başlar.
………….
SAYFA 477
Eğer insan tabiatı değişirse, bu dünyanın jeolojik çehre değişiminden daha
çabuk olmaz. İki bin beş yüz yıl önce köle tüccarları dişi bir malın seçimi
sırasında nasıl merak zevk ve hırs duyuyorlar idiyse GULAG memurları da
aynı hislere yabancı kalmadılar. 1947 yılında Umsan Cezaevinde MVD
üniformalı iki düzine adam üzerlerine beyaz yatak örtüleri örtülmüş
masaların arkasında yer almış, (Bu örtüler bilhassa getirilmiş, onlar olmadan
ciddi hava kurulamayacağı düşünülmüştü.) Yakındaki bir kulübede soyunan
mahkum kadınların çıplak ve yalınayak önlerinden geçmelerini seyrediyorlardı.
Kadınlar onların önünde durmak, dönmek, sorulara cevap vermek zorunday-
dılar. Antik heykellerin klasik korunma pozunu takınanlara “Ellerini indir!” diye
bağırılıyordu. (Subaylar hem kendileri için, hem de arkadaşları için metres
seçerlerdi.)
………….
SAYFA 496/97
Sık sık ve çok sayıda mahkum gönderilmesi gerektiği zamanlar onları
yürütmek tercih edilirdi.Tam bir mahkum grubu ormandan geçerek
Knyaş-Pozost’tan Veslyana’ya gönderilirken birisi yere yığılır, yola devam
edemezse ne olur? İyice düşünün ne olur? Bütün grup durmaz ya! Her
geride kalanın, yere yığılanın başında bir nöbetçi de bırakılmaz. Öyleyse
asker kısa süre geride kalır, sonra aceleyle koşa koşa yalnız başına gelir.
Yürüme metodunun en uzun uygulamalarından biri de Karaban ile Spanssk
arasında görülmüştür. Yol otuz beş, kırk kilometreden uzun değildi. Ama
bir günde aşılması gerekiyordu. Gruplarında bin kişi olduğunu düşünürseniz
güçlük ortaya çıkar. Artık yolda bir çok kişinin düşeceğini tehditleri bile
etkisiz bırakan o öldürücü isteksizlik ve vurdumduymazlık içinde orada
kalacağını üzerine ateş bile etsen ilerlemeyeceğini de hesaba katmak
gerekti. Artık ölümden korkmazlar ama ya sopadan? O yorulmadan hiç
durmadan üzerlerine inen sopadan? Sopadan korkarlar.
Bak sürünerek ilerliyorlar! Bu denenmiştir. Daima başarıya ulaşır.Ve bu
yüzden mahkum konvoyunu yalnız elli metre uzaktan çevrelemek zoruna
olan makineli tüfekli nöbetçiler değil, daha yakından silah yerine sopa
taşıyan ikinci bir nöbetçi zinciri de sarar. Geride kalanlar sopa yerler.
(Yoldaş Stalin’in önceden söylediği gibi) üzerlerine sopalar yağar.
Toplayacak güçleri yoktur, ama giderler ve bir çoğu mucize kabilinden
hedefe ulaşırlar. Bunun “Sopa denemesi” olduğunu ve dayağa rağmen
yatıp kalanların geriden gelen at arabaları tarafından toplandığını bilmezler.
Bir teşkilatlanma tecrübesi! (Haklı bir sorudur: Neden herkes arabalara
bindirilmez? O kadar at ve araba nereden bulsunlar? Kaldı ki yem kaç para
biliyor musunuz?……)
Bu ulaşım şekli 1948-50 yıllarında pek popülerdi.
………………
SAYFA 500-501
Yarım kalmış cezam ile adalardan birine gönderildim. İki nöbetçi ve ben.
Eğer ölmüşlerin ruhları farkına varılmadan, görülmeden, hissedilmeden
çevremizde dolaşıp bizi görüyor, küçük arzularımızı kolayca fark ediyorlarsa
özel konvoy ile yolculuk da buna benzer.
Hür dışarısının parklarını seyrederek, bekleme salonunda gezinir dalgın dalgın
seni hiçbir yönden ilgilendirmeyecek yazıları süzersin.Yolcuların yanına
bekleme sıralarına oturup, garip önemsiz konuşmalara kulak misafiri olur,
bir kadının kocası tarafından dövüldüğünü veya terk edildiğini, kayna-
nanın kim bilir neden gelini ile dargın olduğunu, komşuların fazla elektrik
kullandıklarını üstelik ayaklarını da silmediklerini, birisinin bir diğeriyle
anlaşamadığını, herhangi birine herhangi bir yerde iyi bir mevkii vaat
edildiğini ama bu kadar eşyası ile oraya gitmesinin çok zor olduğunu… Hep-
sini duyarsın ve birden sırtında vazgeçme ürpertisi gezinir.
Çevrendeki dünyada oluşan olayların gerçek ölçüsünü artık böylesine belirli
fark ediyorsundur. Bütün zaafların ve tutkuların ölçüsünü! Halbuki yanındaki
günahkarlar onu farketme yeteneğinden yoksundurlar. Gerçekten yaşayan,
gerçek hayat süren sensin vücudu olmayan sen. Onlar,diğerleri ise sadece
yaşadıklarını sanırlar. Aranızdaki uçurum aşılamaz. Onları çağıramaz, yakına-
maz, omuzlarından yakalayıp sarsamazsın. Sen bir ruh bir hayalsin, elle
tutulur vücutlar ise onlar.
Onlara nasıl anlatmalı, telepati yoluyla düşünce aşılayarak
mı? Rüyada mı?
KARDEŞLER, İNSANLAR, HAYAT SİZE NEDEN ARMAĞAN EDİLDİ.
ÖLÜM HÜCRESİNİN KAPISI GECE YARISI AÇILIR VE BÜYÜK RUHLU
İNSANLAR İDAMA GÖTÜRÜLÜRLER.
O saatte o anda ülkenin bütün demiryollarında insanlar yolculuk etmektedir.
Ringayı yedikten sonra kuru dillerini kuru dudaklarında gezdirir, uzatılmış
ayaklarının rahatlığını hayal eder, tuvaletten döndükten sonra ferahlıklarını
düşünürler. Otogarda donmuş toprağın buzları ancak bir metre derine kadar
çözülür. Ve kışın ölenlerin kemikleri ancak o zaman gömülebilir. Ama sizin
üzerinizde mavi gökyüzü vardır. Sıcak güneşin altında kaderiniz hakkında
karar vermek, gidip su içmek, oturmak, bacaklarınızı iyice uzatmak, istediğiniz
yere peşinde nöbetçi olmadan gitmek elinizdedir. İnsan ayakkabılarını
silmezse ne olur? Ya kaynana? Onun ne önemi var? Hayatta en önemli şeyi,
hayatın bütün bilmecelerini hemen önünüze sereyim mi? Aldatıcı şeyler, mal
ve unvan kazanmak için uğraşmayın: Bunların bedelini sinirlerinizle öder-
siniz. Yıllarca çalışıp elde ettiğiniz şeyler bir tek gecede elinizden alınır.
Hayata sakin bir üstünlükle bakın, felaketlerden korkmayın, mutluluğa özlem
duymayın, hepsi aynı şeydir. Acı şeyler ilelebet devam etmez, tatlı olaylar
ise sizi doyurmaz. Eğer üşümüyorsanız açlık ve susuzluk içinizi parçala-
mıyorsa memnun olun. Eğer belkemiğiniz kırık değilse, ayaklarınızın üzerinde
yürüyebiliyor, iki elinizle birden tutabiliyor, iki gözünüzle görüp, iki
kulağınızla duyabiliyorsanız, daha neyi kıskanacaksınız? Niçin? Bizi en
çok kemiren şey kıskançlıktır. Gözlerinizi iyice ovuşturarak
uyanın, vicdanınız temiz olsun. O ZAMAN SİZİ SEVENLERE,
SİZE İLGİ GÖSTERENLERE DAHA ÇOK DEĞER VERİRSİNİZ.
ONLARA KÖTÜLÜK ETMEYİN, HAKLARINDA KÖTÜ ŞEY SÖYLEMEYİN,
HİÇBİRİNİZİN KAVGA SONUCU SİZDEN AYRILMASINA İZİN VERMEYİN.
BUNUN TEVKİF EDİLMEDEN ÖNCE YAPTIĞINIZ EN SON ŞEY
OLMAYACAĞINI NASIL BİLEBİLİRSİNİZ? ONLARIN ANILARINDA BÖYLE
KALMAK İSTER MİSİNİZ?
(Allah rahmet etsin Soljenitsin. Ruhunu yüceltsin M.Ş.)