Sen, hiç benim gibi oldun mu? Adımların alıp götürdü mü bir yerlere? İçinden gelen sese boyun eğip ilerledin mi bildik cadde veya sokakta? Ya da doğanın kucağında? Aklında olmayan kişiler çıktı mı karşına yürürken? Ya da hiç düşünmediğin olaylarla karşılaştın mı? Ve tüm bunları yaşarken, aslında her gün yaşadıklarının, duyduklarının, gördüklerinin, okuduklarının yaşamın kendisi olduğunun farkına vardın mı? Kendini, kendi kendine konuşurken buldun mu bir sokak ortasında? “Beni duyanlar olursa deli olduğumu düşünecekler” diyerek içinden sessiz sedasız konuşmaya devam ettin mi?
Bak, bugün neler oldu:
Bankada işlerimi bitirmiş tam eve dönecektim ki içimdeki ses: “Bu tarafa yürü!” dedi. Ayaklarım o tarafa doğru hızlandı. Trafik lambasından karşıya geçtim. Şehrin alışveriş merkezine varmışım. Türklerin CE- A dedikleri C&A kıyafet mağazasının önünde durdum.
Hayret! Senelerdir buradan kaç kez geçmiş ve bu Evlilik Çeşmesi ve etrafındaki heykelleri görmüştüm. Defalarca bakmıştım oradaki heykellere. Her seferinde incelemiş, kendimce yorumlar yapmıştım. “Acele işe şeytan karışır.” denmesine benzer bir iş. Anlatılmak isteneni nedense hep yarım yamalak izlemişim. Düşünüyorum da o zamanlar o kadar çok vaktim olmamıştı ki. Acele acele mağazaları dolaşır, çocuklarımın eksiklerini alır, bir an önce eve dönmeyi isterdim. Evde işler, çocuklarımın dersleri ve ertesi günü için yapmam gereken okul hazırlıkları vardı. Bir de sosyal içerikli resmi görevlerim ve sorumluluklarım için yapacağım hazırlıklar… Başımı yastığa koyduğumda beni aldatan bir eşimin olduğunu umursamayacak kadar yorgun olduğum için gözlerim kapanıverirdi.
Ama bu sefer hürdüm. Zaman-yer, iş- güç, çoluk-çocuk gibi sınırlamalarım yoktu. Fıskiyelerden fışkıran sular ve heykeller beni büyülemişti. Etrafında tam dört kez dolandım. Zamanla yarışmıyordum. Tek işim heykeltıraşın eserini incelemek, kendimce yorumlamaktı. Jürgen Weber, kim bilir hangi duygularla kurgulamıştı dönme dolap gibi bölüm bölüm hazırladığı bu kompozisyonu. Öylesine anlamlı ve yaşamın içinden alınmış ki kişilikler; heykeller uyandılar, canlandılar, konuştular benimle. Bakıştım her biriyle. Seslediler iç dünyama birer birer; beynimdeki birikimlerimi doğrular gibiydiler. Şair Hans Sachs’ı, mısır koçanı şeklinde bir sütun üzerinde dans eder durumda tasarlamış. Bir teke, sütunun solunda suya atlar pozisyonunda ve sütunun sağında su perisi gibi güzel bir kadın var. Gördüğüm kadarıyla birinden kaçıyor gibi görünüyor güzel kadın. Aynı zamanda dalgın ve düşünceli bir halde mısır koçanına bakıyor diye düşünmekten kendimi alamadım.
İlgimi çeken ilk sahnede neler neler düşledim anında. Çocukluk yıllarıma gittim olduğum yerde. Unuttum nerede olduğumu. Annemin yuvasına, eşine, yavrularına sevgisi ve çalışkanlığı, gün doğmadan avluya tertemiz yıkayıp astığı çamaşırların tiril tiril görünüşü ve o pamuk elleriyle pişirdiği Ege yemekleri sıralandı gözlerimin önünde. Saçta yaptığı otlu çöreğin tadını hissettim, ağzım sulandı. Babamın bilge duruşu ve yılmak usanmak bilmeden bizler için sabahın erken saatlerinden akşamın ilk demlerine kadar çalışmasını, hangi şartlarda olursa olsun namazını ihmal etmeyişini hayranlıkla anımsarken evimizin yemyeşil, rengarenk bahçesinde oluvermiştim. Gülümsedim sonra kendi kendime ve heykeltıraşın sergilediği bu aileyi irdelemeye çalıştım. Sanki benim ailemden farklı bir baba var gibiydi. Evet anne annem gibi çocuklarına ve evine düşkün izlenimi veriyordu. Baba biraz yukarıdan bakan, her şeyi ben bilirim diyen bir tavırda gibiydi. Oldukça da şık görünümlüydü. Galiba heykeltıraşın anılarındaki baba modeliydi. Neyse dedim, yine kendi çocukluğuma düştüm. O yıllardaki hayallerim ve gençlikteki beklentilerim geldi aklıma. Tahsil bitecek, babam gibi sevgi dolu bir eşim olacak, annem gibi çocuklarıma kol kanat gerecektim.
Devam ettim izlemeye, diğer bölüme yürüdüm. Zayıf, ince yapılı erkeğe ve eşi olduğunu sandığım parmağında evlilik yüzüğü, kolunda altın saat olan şişman, iri yarı kadına baktım kaldım. Bu sahne acayip! Adamcağız çaresiz ve ne yapacağını bilemez bir ruh haliyle yukarılara bakıyor. Sofradaki her şeyi silip süpüren görünümlü kadın, ağzına götürdüğü pastayı yemekle meşgul. Eşinin payını da yemişe benziyor. Beni daha çok adamcağızın hali düşündürdü. Ne zor bir durum! Bu durum böyle gidemez. Kesin an gelecek ve aralarına soğukluk girecektir diye düşünürken tanıdığım birçok eşler geldi gözümün önüne. Bu adamcağızın durumunda nice eşler var dedim. Ha tabii her zaman adam aynı durumda değil. Kadının sırtından geçinen erkek asalaklar da var değil mi? Yakışıklı ve şık giyimli adamın gözleri göklerden medet umarak gökyüzüne bakıyor. Yağsız ve atletik vücudu dikkati çekiyor. Karşısında oturan eşi ise taşıdığı yükün farkında değil; bir eli kahve fincanında diğerinde ise kocaman bir pasta ve o onu yemekle meşgul. Dokuz aylık (!) gibisinden görünen göbeği, her tarafından taşan yağlarıyla, oburluğun tam resmi olmuş. Asıl önemlisi eşi ile olan ilişkisinin olumsuz yönde oluşu bence. Kısa zaman sonra birbirlerinin cehennemi olacağa benziyor diyesim var, ama hiçbir şeyin aslı karşıdan bilinmez ki. Dört duvarın içinde neler oluyor? O yuvada kimin neyi neden yaptığı hiç de bilinmiyor her zaman. Neyse…
Bizleri düşündüm iç çekerek. Dünya genelinde şişmanlık ve obezite artıyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO/World Health Organization) tarafından 2018-2019 yılı obezite sıralamasına göre Türkiye ilk beşe girdi. 2018 yılında Amerika’nın eyaletleri ve Avrupa ülkelerinde yapılan son araştırmada Türkiye’nin listedeki yeri şaşırttı. Arap ülkeleri sıralamada Avrupa ülkelerinden daha kötü durumda imiş. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyada fazla kilolu insanların en yüksek olduğu ülkeler sırasıyla Türkiye, Amerika, Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Mısır, Nauru, Palau, Kuk Adaları gibi ülkeler. Türkiye’nin ilk sırada olması oldukça düşündürücü. Çok yemekten mi yoksa tek çeşit beslenmekten mi diye kara kara düşündürüyor insanı.
Birleşmiş Milletlerin araştırmalarına göre yeryüzünde yaşayan milyonlarca insan açlık sıkıntısı çekiyor. “Dünya Gıda Günü” adı altında başlattığı kampanya ile 2030 yılına kadar açlık oranının sıfıra çekilmesini hedef olarak belirlemiş. Peki savaşlar, silah üretimleri neden? Dünya genelinde artan yoksulluğun asıl nedeni nedir? Büyük devletlerin ne yapmak istediğini ben anlamış değilim. Sen?
Galiba her can kendi gücüne göre elini taşın altına koyacak ve en yakınına derman olacak. Toplum bilinci geliştikçe savaşların, kavgaların, açlığın bitmesi mümkün. Sence? Covid 19 virüsü ile tanıştık üstelik. Asya, Avrupa, Amerika demiyor, zengin-fakir, işçi-bakan, çiftçi-memur ayırmıyor. Bana göre ama varlıklı olanlara pek bir şey olmuyor yine de. Olan yoksullara, çalışmak zorunda olanlara, orta direğe, ayı-dayı ilişkisi olmayanlara oluyor gibi…
Diğer heykellere doğru yürüdüm. Oh be! dedim sevinçle. Almış eline çalgısını, geçmiş karşısına sevgilinin, döktürüyor aşkını nefes nefes. Sevgilinin ise sevinci, huzuru, mutluluğu bakışlarından belli. Hayran hayran aşığını dinliyor, bir yandan da sevdiğini yanağından okşuyor. Mutluluk bu galiba dedim. Sevmek ve sevilmek ve iki yürekte tek yürek olabilmek. Belki yeni evliler. Ya da evliliğe giden yolun başlangıcındalar. Başlangıçta aşk böylesi ateşli olur tabii. Nereye kadar çalacak bu kaval? Nereye kadar sürecek bu delice aşk? Hiç belli olmaz. Var böylesi eşler kesin. Rahmetli annemle babam gibi. Sonu ne olur bilinmez, olsun, bu tablo bana huzur verdi. Oh! ne güzel! Heykeltıraş işini yaparken aşk galip gelsin diye oldukça emek vermiş gibi görünüyor.
Neşeli biraz da düşünceli yürümeye devam ettim. Hayret! Bu sahne de ne? Gördüğüm döşümü sıkıştırdı! Ne kadar da hayatın içinden! Ayaklarım beni o korkunç sahneye sürükledi. Peri kızı gibi güzel kadını unuttum. Adama doğru yaklaştım. A! Korkunç! Eşini zincirlemiş. Kendimi esir pazarında hissettim. Hiç görmediğim ama kitaplarda okuduğum esir pazarları geldi aklıma. Biraz daha yaşlaşınca durumu anlar gibi oldum. İyi ki biri elinden kurtulmuş diye sevindim. O güzel kadın, bu adamın elinden kurtulan olmasın? Bu nasıl bir şey? İnsan cansız heykellerle nasıl böylesi içli dışlı olur ve gerçekmiş gibi yorumlar? Oracıkta adamı paramparça edesim geldi, geldi gelmesine de hangi adamı? Yok, yok! Sinirden söylüyorum. Ceza vermek bana göre değil.
Günümüz kadınları, kızları geldi geçti gözümün önünden. Sinemada gibi yani. Eşiyle para için evli kalıp başkaları ile ilişkiye girenler, mesleği olmadığından ayrılamayıp gizli gizli aldatanlar, modaya ayak uydurabilmek pahasına maddiyata kurban olup evli kalarak eşlerini uyuttuklarını sananlar ve bunu bildikleri halde sesini çıkarmayan paralı eşler, sözde eşler. Daha birçok örnekleri fısıldadım kendi kendime. Ve bu ilişkilerden doğan çocukların ruh hallerini düşünmeden edemedim. Eminim sen de kendince bir şeyler düşünüyorsun şimdi.
İşte bu güzel! Böylesi bir sanat eserini görünce eminim sen de en az benim kadar rahatlayacaksın. Karşılıklı sevgi bu dedirtiyor insana. Biz insanlar doğanın bir parçasıyız. Doğanın yakıtı sevgidir değil mi? Yeryüzünde karşılıklı sevgiden daha güzel ve insana huzur veren başka ne olabilir? Hangi tür ilişki olursa olsun hep sevgi ile beslenir. Su vermediğim çiçek, bitki kurur. Sevginin olmadığı bir ilişki biter. Eşler arasında biri diğerini sevmekten vazgeçmişse, sevene dünya cehennem olmaz mı? Zordur severken sevilmemek. Ya da seni seveni sevememek. Toprak suya, su havaya, hava güneşin ışınlarına aşık desem doğru olur mu? Doğada her olgu sevginin eseridir. Doğanın yakıtı sevgidir gerçekten.
Heykeltıraş iki insanın aşkını sanatın sihriyle canlı ve tutkulu işlemiş. Birbirine şehvet ve istekle bakan eşlerin yüzlerindeki ifade yüreklerindeki aşkla boyanmış. Buraya kadar ne güzel değil mi? Nice evlilikler böyle başlıyor. Zamanla neler oluyor da uzaklaşıyorlar birbirlerinden? Neden kavgalar, gürültüler, ayrılmalar oluyor? Her ikisi aşk ile severek başlamış olsalardı yuvaların çoğu erkenden dağılır mıydı?
En son gördüğüm sahne korkunç! Heykeltıraşımız, kadını ve erkeği tüm korkunçluğu ile sergilemiş. Kadın baskın durumda. Erkeği yenmiş, almış altına ve boğmak üzere. İlginç olanıysa, her ikisi de insan görünümünden canavara dönüşmüş durumdalar. Hani filmlerinde gördüğümüz kan emicilerin şekillerine çok yakın. Dışarı fırlamış iri iri dişler, kel kafalar, sayılan yüz ve kaburga kemikleri. Diğerlerini artık sen tahayyül et canım. Korkunç ve iğrenç bir sahne! Evlilik cehenneme dönüşmüş. Her ikisi de ipin ucunu kaçırmışlar. Günümüzde oldukça sık görülen cinayetlerin çoğunluğu ailelerin mutsuz ve doyumsuz olmalarından desem? Ya da yoksulluk? Diğerlerini yazmaya elim varmıyor. Daha nice nedenleri var değil mi?
“Kadının fendi, erkeği yendi.” derler. Ne kadar makbul görür bilmem ama, bu tabloda kadın kazanmış görünüyor. Gerçekte her ikisi de kayıpta bana göre. İki canavarın birbirlerini yok etme savaşını gördüm sanki. Biz insanlar, gönül gözü ile görmedikçe sevmesini bilemeyeceğiz. Görünüşe, maddiyata ve çağımızın hoş görünen çarpıklıklarına kurban gitmekten vazgeçebilecek miyiz?
Yoksa böyle gelmiş, böyle mi gidecek dersin?
Şükran GÜNAY’dan
Şükranca