Öğretmenim, öğrenenim; öğrenmenin eşiğindeyim.
Cehalet düşmanım, aydınlık yolum,
Göğsümde imanım, hedefe koşarım.
Köylümdür efendim, hem de elim kolum,
Öğrencilerimle çoştukça coşarım.
Tam kırk altı sene (46) geride kaldı. Sene 2013. Halâ bu kutsal görevimde yüzümün akıyla çalışıyorum. Öğretmen olacaksın, onca yıl çalışacaksın ve an(ı)ların olmayacak? Mümkün mü? Öğretmen olmak; alnıma yazılmış en kutsal morötesi sevdadır. Öylesine bir sevda ki, zerrelerime işlemiş. Zaman, yer, mekân tanımaz; dürter durur zihnimi. Görev ve sorumluluklarımı hatırlatır boyuna…
Aydın’ın Koçarlı nahiyesinin Gaffarlar adındaki dağ köyünde göreve başladığımda on altı yaşımı yeni doldurmuştum. Öğretmen Sacit Sarıoğlu; mahkeme kararı ile yaşımın büyütülmesi için ailemi uyarmış, gerekli işlemleri okuldan mezun olmadan yaptırmıştı.
Eylül ayının ilk haftasıydı. Sahildeki şimdiki Bülent Ecevit Parkı’nın yerindeki çay bahçesinde kukla seyretmeye gitmiştik. Babam koşa koşa, yüreği hoplarcasına yanıma geldi. Tayinimin çıktığını öğrenmiş. Ertesi gün Koçarlı’ya gitmek üzere sabah erkenden yola çıktık. Aydın ötobüsünden inip, Koçarlı minibüsüne bindik. İner inmez Nahiye Özel İdare Amirliğine gittik. Tayinimizin nereye çıktığını sorduk. Özel İdare Müdürü ilgili yere telefon etti. Karşı tarafın verdiği yanıta:
“Ne? Nasıl olur? Bu ufacık kız çocuğu o dağ köyüne verilir mi?”
Babam ve ben neye uğradığımıza şaşırdık. Korktuk. Ağlamaya başladık.
Babacığım:
“Ben kızımı oralara göndermem müdür bey! Birşeyler yapın. Rica ediyorum.”
“Benim elimden bir şey gelmez. Durun bakalım. Biraz araştırma yapalım. Birazdan köyün muhtarı gelecekmiş. Onunla konuştuktan sonra bir çare arayalım.”
Babam ve ben biraz sakinleştik. Çay, su ikram ettiler. İçtik. Derken kapı çalındı:
“Hah işte! muhtarımız geldi. Hoş geldiniz muhtar efendi?”
“Hoş buldum müdürüm? Nasılsınız?”
“Bak sizin köyün yeni öğretmeni!”
Muhtarı görünce elim ayağım titrer gibi oldu. Boyu iki metreden uzun, görünüşü heybetli bu amcayı görünce irkildim. Bir an ne yapacağımı şaşırdım. Sonra toparlanıp ayağa kalktım. Başımı yukarıya kaldırıp, elimi uzattım. Amacım elini öpmekti. O ama, elini öptürmedi. Tokalaştık. İki büklüm, babacan ve son derece saygılı bir şekilde:
“Hoş geldiğiz öretmenim. Köyümüzü seveceksiğiz. Talebeleriğiz sizi bekliyo. Her ne ehtiyacığız olusa olsun, hepicini garşılarız. Heç endişeğiz olmasın. Emirleğiz başımız üstüne.”
“Rica ederim, emir de ne demek?” diyebildim utana utana…
Muhtar Efendi’nin gözlerinden benim gözlerime güven ve itimatın ışınları akıvermişti. Boyundan posundan korktuğum o asil insan; hem yaşça hem de boyca küçücük bir kız öğretmenin karşısında saygıyla eğiliyor, benim şahsımda ilime ve bilime ne derece değer verdiğini gösteriyordu. İşte o anda tüm korkularım bilinmezlere uçup gitti. Ne yaşımın, ne boyumun esiri değildim artık. Benden hizmet bekleyen altmış hanelik bir köy halkı ve onların yavruları vardı. Köy kalkınmasına hizmet etmek için yetiştirilmiş köy öğretmeniydim. Parasız yatılı okulda okumuştum. Devletime ve Milletime son gücümle hizmet edecektim. Meslek aşkım ruhumu sarıp sarmaladı. Babama:
“Babam! Muhtar Amca ile köyümüze çıkalım. Görevime başlamak istiyorum.”
“Oh! Benim de içim rahat şimdi. Aman öğretmenimize iyi bakın Muhtar Efendi, olur mu?”
“Ne demek müdürüm? Öretmenimizin başımız üstünde yeri va(r). Yavrulamıza ilim irfan öretcek.”
Raşit Amca bize sahiplendi. Köy cibinin kalktığı yeri gösterdi. Akşam saatlerinde orada olmamızı rica etti. Kuşadası’na gidip, gerekli eşyalarımı alıp Koçarlıya geri döndük. İlk defa cibe binmiştim. Arabamız, Koçarlı’dan dağ köylerine doğru tırmandıkça içimi çocuksu bir heyecan kaplamıştı. Ulaştığımız her köyü Gaffarlar sanıyordum. Yolumuz bitmek bilmiyordu. Görünürlerde insan izlerine rastlanmaz olmuştu. Sağımızı solumuzu kaplayan, göğü delercesine bulutlara doğru upuzun uzanan fıstık çamlarını izlerken; Germencik’te odunculardan satın aldığımız kozalaklarla yaptığımız oyuncak arabalar; gözlerimden içeride canevimde canlanıyordu. Nihayet Mersinbeleni Köyü’ne vardık. İnecek yolcular indiler, yolumuza devam ettik.
“Öğretmenim, sakın korkmayın. Biraz sonra bizim köyün yoluna gireceğiz. Aslında henüz yolumuz yok. Tozlu-topraklı, engebeli, inişli-çıkışlı olduğu için sarsılabilirsiniz. Mideniz bulanırsa haber verin olur mu?”
Şoförümüz Hasan’ı önce tam anlayamamıştım. Cip sağa sola sallanmaya başlayınca ne dediğini anladım, yanı başımda oturan babacığıma sımsıkı sarıldım. O zamanlar kemer filan da tanımıyorduk. Arabanın kemeri var mıydı, onu bile hatırlamıyorum.
“Köyümüzde dört mahalle var. Biraz sonra Öyüzler Mahallesi’ne varmış olacağız. Benim mahallem de orası. Yolcuları ama, Yağlıiçi Mahallesi’nde indireceğim. Sizi oraya götüreyim ki eniştemle tanışın. Eniştem ablamın eşi. Sizi ona emanet ederim. Okulumuzun müdürü aynı zamanda, Mustafa Tren.”
“Diğer mahallelerin adı nedir?”
“Gaffarlar ve Emirler Mahallesi.”
Beş on dakika sonra Oyüzler Mahallesi’ne gelmiştik. Araba yavaşladıkça çocuklar arabanın etrafını sarıyorlar ve meraklı bakışlarla birbirlerine beni gösterirken,”Gız öretmen gelmiş!” diye gülüşüyorlardı. O an şimşekler çaktı beynimde! Çoğunun ayağında lastik ayakkabı, lastik terlik vardı. Üstleri başları bizim oralarda yetişenlere benzemiyordu. “Benden daha zor şartlarda büyüyen çocuklar varmış.” diye düşündüm. Bu yavrularla çalışmak, onlara okuma-yazma öğretmek, ülkemin kalkınmasına hizmet etmek, tüm varımla Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti Öğretmeni olmak yolunda yeniden ant içtim. İster inan ister inanma! O şimşek; içimdeki meslek aşkımı öylesine ateşledi, öylesine tuttuşturdu; bugün bile söndürecek başka bir güç tanımıyorum. Şükürler olsun.
Şükran Günaydan
Şükranca
Facebook paylaşımınızda okumuştum, herkesin okuması gereken gerçek bir hayat hikayesi. Sonuna kadar okurken duygu seline kapılıp gözyaşlarıma hakim olamadım. Tüm eğitimcilere örnek bir egitimcisiniz. Sizin gibiler çokğunlukta olsa insanlık kurtulurdu. Sizi can-ı yürekten kutluyorum Şükran hocam.