Şubat tatilinde Kuşadası’na gittim. Sömestir tatil dönüşü (karne tatili) unutamayacağım an(ı)lardan biridir. Koçarlı’dan bizim dağ köyüne tırmanan cibimiz nihayetinde Gaffarlar köyü yolunun başına geldi. Yol boyu; şiddetli, esintili yağmur yağmış sonradan dinmişti. Köyümüzün yolu berbat görünüyordu. Yol dediysem sakın asfalt filan anlama! Cibin gele gide açtığı bir yol! Dağ yolu! Keçi yolunun genişi işte! Yağmur yağdığı için; toprakta derin çukurlar açılmış, içlerini yağmur suları doldurmuş, kimi yerlerde taşlar irili ufaklı serpilmiş, kimi yerlerde ise kaygan çamurlu bataklıklar oluşmuştu. Sözün kısası; arabamız zorlanıyor, şoförümüz darlanıyor, yolcular pür dikkat sessizce bekliyorlardı. Derken araba çamurlara battı. Cipte hanım olarak bir ben vardım. Tüm yolcular indiler. Çamurlara bata çıka arabayı bataklıktan kurtardılar. Ne kadar israr ettimse de bana izin vermediler. Ben onlara destek olamadım. Onlar ıslanmış, her tarafları çamur içinde evlerine dönerlerken; tertemiz giysilerimle kendimden utanıyordum.
Susuzluk, yolsuzluk, elektiriksizlik zihnimi durmadan meşgul ediyordu. Neden suyumuz yoktu? Niçin yolumuz diğer köylerinki gibi düzgün değildi? Köyümüze elektrik neden gelmemişti? Koçarlı’ya indiğimde İlköğretim Müdürlüğüne uğradım. Durumları anlattım. Sorguladım. Yeterli cavabı alamayınca Aydın Milli eğitim Müdürlüğüne gittim. Aldığım bilgiler beni şaşırtacak şekildeydi. Köyümüzün beş yıllık kalkınma planına dahil edilmediğini, bu nedenle de hiçbir şey yapılamadığını söylüyorlardı.
Gözlerime uyku girmiyordu. Çaresizdim. Bu böyle devam edemezdi. Bu insanların da suya, yola ihitiyaçları karşılanmalıydı. Köyümüze elektrik gelmeliydi. Çok düşündüm. Sordum, soruşturdum. Rahmetli Muhtar Raşit Amca’dan gerekli bilgiyi aldıktan sonra sürekli çözümler aramaya başladım. Beş buçuk kilometre uzaklıkta köyümüze yetecek kadar suyu olan bir kaynak varmış. “Devlet bu suyu getirmek için gerekli su demirini verirse imece usuli ile suyumuzu getiririz.” diye düşündüm. Muhtarımıza bunu anlattım. Olurunu aldım. Bana yardımcı olacağına söz verdi.
«Şükran Öğretmenim, devlet yeter ki su demirimizi versin. Kahvede toplantılar yapar, köylümüze durumu anlatırız.” dedi.
Zamanın Başbakanı Sayın Süleyman Demirel’e bir mektup yazmayı planladım. Yerimde duramıyordum. Ne yazacağımı biliyor, ama nasıl başlayacağımı bulamıyordum. Dertleri biliyordum. Nasıl dile getireceğimi de. Gel gelelim nasıl hitap edeceğime karar veremiyordum. Bu sorunun çözülmesi şarttı. Buna inancım tamdı. Bürokrasinin dar boğazından aşıp direkt Başbakanımız Süleyman Demirel’e ulaşmalıydım. Bu konuda kararlıydım. Ankara’ya bir kez bile gitmemiş olan ben, kalemimle ve inacımla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı’na seslenecek, mazlum köyümü anlatacaktım.
Köylülülerimin yardımlarıyla bir çalışma masası yaptırmış, çalışmalarımı onun üzerinde yapıyordum. Düşüncelerimin çok yoğun olduğu bir gece, duygularımı gaz lambasının gecemi aydınlatan ışığının altında yazmaya başladım. Başlığını boş bırakmıştım. Köylülerimin sıkıntılarını bir bir satırlara döktüm. Yaşadıklarımı tüm çıplaklığı ile yazdım. Mektup bitmişti. Başında nasıl hitap edecektim? En doğrusu ne olmalıydı? Kime yazıyordum? Başbakanımız beni anlayacak mıydı? Cevap verecek miydi? İçimden bir ses istediğim cavabı verdi: Evet, içimden geldiği gibi başlamalıydım ve de öyle yaptım.
“Saygıdeğer Meslektaşım,
Size meslektaşım diyorum, çünkü her ikimiz de aynı aşkla görev yapıyoruz. Ben öğretmenim, siz Başbakan. Görevimiz; vatana, millete hizmet etmek.
Mektubumu iadeli taahhütlü postaya verilmek üzere köyümüzün şoförü Hasan Özcan’a teslim ettim. Zarfın üzerine büyük harflerle birkaç sıra halinde; KİŞİYE ÖZELDİR!” yazdım. Israrla tembih ettim doğru postalanması hakkında. “Sakın postalandı belgesini almayı unutma!” dedim. Kafama koymuştum. Köyümün suyu, elektiriği, yolu olacaktı. Sene 1967-1968 Öğretim Yılı.
Cibin korna seslerini her duyuşumda yüreğim serçecik gibi titriyordu. Gelecek haberi bekliyordum. Okul tatiline gireceğimiz günlerde mektubumun alıntı belgesini getirdi Hasan Özcan. Sevinçten elim ayağım dolaştı. Kimselere bir şeyler demedim Muhtar Raşit Çetin Amca’dan başka. Sadece Hasan Özcan kardeşime anlattım. Bir de Mustafa Katırcı kardeşime. Onlar bana abla diyor ben de kardeşim diye sesleniyordum. Oysa üçümüz de elli doğumluyduk. Bu mektuptan birşey çıkmaz diye düşünseler de benim moralimi bozmamak için her ikisi de sesini çıkarmıyordu. Muhtarımız Raşit Amcam ama benim gibi umutluydu. Konuşmaları, tutumlarıyla hep olumluydu. Babam Adil Günay gibi çalışanın kazanacağına inanıyordu.
Köy Öğretmeni olmak nedir? Köy çocukları ile çalışmanın verdiği huzur, heyecan, doyum nasıl ve nicedir? Tüm bunları bilmek için yaşamak gerek. Yine okul açılmış, yepyeni bir öğretim yılına başlamıştık. Okul bahçesini öğrencilerimin rahatlıkla oynayabileceği şekilde düzenlemeden, örnek ekim yapma çalışmalarından, bayram kutlamalarına kadar oldukça faal ikinci öğretim yılının ilkbaharına gelmiştik. Köylülerin bana karşı apayrı bir güveni oluşmuş, kız çocuklarını seve seve okula gönderir olmuşlardı. Geceleri evimde lüks lambasının altında onlara ekstra kurslar verme çabalarım velilerimi bana daha çok yaklaştırmıştı. Veli toplantıları yaptığımda koşa koşa geliyorlardı. Her seferinde onlara şeker, kolonya ikram ediyordum. Sanki köylüler anam babam, ben de onların kızı, bacısı, ablası idim. Köylerine gelen ilk Gız Öğretmen! Öğretmenliğime duydukları saygı kayıda değerdi. Kendilerinden biri olarak gördüklerinden her türlü ihtiyacım ile ilgileniyorlardı. Yumurtadan zeytine, evimdeki ihtiyaçlara kadar her ne almış ve yaptırmışsam; parasını kesinlikle veriyor, kimsenin hakkının bana geçmemesi için elimden geleni yapıyordum. Köylü kadınlarının bana koltuk altlarında bohçalar içinde getirdikleri sebze, meyveye için asla para almıyorlardı. “Bizim bahçıda yelede çürüp gidipbatı bunla öretmen hanım. Heç parenen mi olu? Afiyetle yiyive gitsin. Helal hoş olsun.” diyerek beni rahatlatırlardı.