“Bir garip ölmüş diyeler
Üç gün sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin.’
Yunus Emre’nin duru Türkçesiyle asırlar önce söylediği bu dizelerde gizli iletiyi düşünerek yazıma başlıyorum.
Sağlam bir Fenerbahçeli bedduası ile bir Galatasaraylı olarak her gün Fenerbahçe stadını pas geçip Alex heykelinin önünden Moda İlkokulu yoluna dönüyordum.
Hemen tüm takım taraftarlarının sevdiği Fenerbahçeli Aleksi, o adam gibi adamı omuzlarına alıp şampiyonluk şarkıları söyleyenler, ondan bir mit, bir kahraman üreterek heykelini dikenler, önce alkışlayıp sonra gönderenler geldi aklıma.
Sevgili Mirim; “Omuzlara aldılarsa sevinme, gömmeleri yakındır.” demiştik ya bugün de yazımıza vefanın İstanbul’da sadece bir semt adı olduğunu teyit ederek girdik.
Aynı Fenerbahçe’de hatırlarsanız Trabzonspor’un elinden şampiyonluğu çekip alan Oğuz ve Aykut önce alkışlanıp sonra da Ali ŞEN tarafından kulüpten kovulmuştu.
Vefa deyince sevgi, vefa deyince saygı, vefa deyince anlayış, hepsi bu kavramla örtüşüyor.
O zaman şu fani dünyada baki olan sevgidir.
Ülkemizde çok popüler olan futbol örneğinden hareketle vefaya ve sevgiye gönderme yaptık.
Yunus Emre;
“Gelin tanış olalım.
Zoru kolay kılalım.
Sevelim, sevilelim.
Dünya kimseye kalmaz.” derken, Cemal Süreyya ise,
“Şekermiş, tansiyonmuş, baş ağrısıymış, halsizlikmiş! Birçok hastalığın tek sebebi var biliyor musunuz?
Mutsuzluk, sevgisizlik, bastırılmışlık!” diyor.
O zaman neylesek ki;
Çevrenizdeki insanlara çare aramadan önce onları seviverin.
Mutlu ediverin.
Gönüllerini alıverin.
Hediyeleşin.
Sarılıverin.
Dinleyiverin.
Elini tutuverin.
Başını okşayıverin.
Ben yanındayım deyiverin.
Seni seviyorum deyiverin.
Bir bardak çay ikram ediverin.
Hiçbir şey gelmese de elinizden göz teması kurup dinleyiverin.
Bir tane papatya veriverin.
Takdir ediverin.
Teşekkür ediverin.
Ne kaybedersiniz?
Elinize mi yapışır?
Diliniz mi kurur?
Ölür müsünüz?
Kıyamet mi kopar?
Şu kalplerde ne zaman sevgi yeşerecek?
Ne zaman insanların gözyaşları dinecek?
Kör ölünce mi badem gözlü olacak?
Hala varken, hala yaşayıp nefes alıyorken neden güzelleştirmiyoruz hayatı neden?
Neden toplum olarak ölü seviciyiz?
Bir insanın değerli olması için ölmesi ya da gitmesi gerekiyor, neden?
Çatal dillerle yaraladığımız yüreklerin hesabı sorulmaz mı?
Kırılan kalplerdeki hüzünlerin cezası olmaz mı?
Ana, baba, eş, çocuk, kardeş, arkadaş, komşu, akraba tüm bunların hakkı ne olacak?
Ölüm var ölüm!
Artık bi’ kendimize geliversek
Artık bi’ yalan dünyanın süsüne yüzümüzü dönüversek!
Olmaz mı?”
İnsan öldüğünde en yakınının, en
sevdiğinin unutma süresi 18 aymış.
Hatırlama süresi ölene kadarmış.
Yani 18 ay sonra acısı diner, sizi tatlı bir anı olarak anımsarmış.
Necip Mahfuz’un Midak Sokağı isimli eserini okumanızı tavsiye ederim.
Kitabın kahramanlarını düşününce içim acıdı bir an…
Değer verdiklerimin, çok sevdiklerimin,
“onlar olmadan asla olmaz” dediklerimin beni 18 ay sonra unutacak olması içimi cız ettirdi.
İyi bir iş, geniş bir ev, bir araba, emeklilik hayalleri, “hele şu da olsun rahatlayacağım” derken bir bakıyorsun hayatın sonuna gelmişsin.
Lăkin bizim yaradılış sebebimiz araba, ev, bağ, bahçe değil ki…
Hiçbir değer üretmeden, iz bırakmadan yaşanan bir hayat 80 yıl değil de 800 yıl olsa ne yazar ki?
18 ayda unutulduktan sonra…
Yazık oluyor bize.
Çok ucuza gidiyoruz.
İnsanın yetiştirdiği öğrencileri olmalı, öğretmen olmasa bile…
Yazdığı bir kitabı olmalı en azından, ya da yazmaya niyetlendiği…
Tanımadığı, adını bile bilmediği insanlarda iz bırakmışlığı olmalı…
Birileri çevirmeli yolunu;
“Siz beni tanımazsınız ama ben sizi tanıyorum, siz benim hayatımı değiştirdiniz” demeli yıllar sonra…
İnsanlara selam vermekten korkmak şöyle dursun, tanımadığı onlarca insanın yüreğine dokunmalı, sohbet etmeli, dertleşmeli, arkadaş olmalı…
Sözün kısası, eşyaya ve kula kul olmak değil, iyi ve verimli bir insan olmak önemli …
Ah bu çok fazla dünya telaşesine dalmışlığımız yok mu?
Yeter artık.
Kendine gel.
“Memento mori.’ *
Vesselâm.
* Latince :Ölüm de var, fani olduğunu hatırla.
Erhan Ziya SANCAR
Eğitimci Yazar