Yine düşmüştük yollara…
Meraklı, kafa dengi, uyumlu, neşeli bir grup, iyi bir grup lideriniz, iyi bir servis aracınız iyi bir rehberiniz varsa ; her gezi sanki tatlı bir rüya.
Geçtiğimiz bahar aylarında İstanbul Üniversitesi Siyasal Gezginleri dostları ile, ortak bir rüya gördük biz de;
Balkan ülkelerine..
Priştine’den başlayan keyifli, seyahatimizden Tiran’a dair bende kalanları anlatacağım bu yazıda sizlere.
Arnavutluk’un başkenti Tiran..
Tiran Dünya Bektaşi Merkezi şehirdeki ilk durağımız.
Gezginlerimizin bitmez sorularını sabırla yanıtlayan güleryüzlü görevliye teşekkür edip bu güzel yapıdan ayrılıyoruz.
Servis aracından insan ve doğa manzaralarını seyrederek kulağımız grup liderimizde, hiç bir soruyu ve anlatıyı kaçırmamaya çalışıyoruz. Meraklı küçük çocuklar gibiyiz.
İstikamet; şehrin kalbinde yer alan Skanderbeg Meydanı
(İskender Bey Meydanı) .
Burada ilk bakışta belki hissetmeyeceğiniz, hafif bir meyil verilmiş zemine. Rehberimizin anlattığına göre bu meyil, burada toplananları/insanları rahatça görebilmek için özellikle yapılmış.. Meydanda ilk dikkatimi çekense ulusal tarih müzesinin üstünde yeralan dev mozaik oldu. Arnavutluk tarihinin, direnişin bir özeti gibi.
Hemen yanında opera binası göze çarpıyor.
İskender Bey’in heykeli de meydanda yerini almış.
Tiran adının eski Yunancada “Mutlak güç sahibi yönetici” anlamına geldiği yazılmış Wikipedia’da. Başkent olmasından kaynaklıdır muhtemelen. Aklımızda bir soru; buradan bir tiran geçmiş mi peki?
Bu toprakların tarihi çok eski. Böyle bir tarih anlatısına burada girmek yerine meraklı olanlar için araştırmayı okuyucuya bırakıyorum.
Yakın tarihe kısaca bakarak şehri anlamaya çalışmanın da faydalı olduğunu düşünüyorum. Bu yakın tarihte ise Enver Hoca’nın izleri var.
2. Dünya Savaşı sonrası hem İtalya hem de Almanya tarafından işgale uğrayan ülkede halkın direnişi yavaş yavaş örgütlenmeye başlamış. Bir kısmı Osmanlı, bir kısmı da Alman hayranıymış.
Bu esnada bir kumaş tüccarının eğitimli oğlu Enver Hoca bir tütüncü dükkanı açmış. Denen o ki; direniş bu dükkanda örgütlenmiş. Arnavutluk’taki komünist Parti’nin ilk genel başkanı Enver Hoca, Emek Partisi önderliğinde 1944’te Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’ni kurmuş.
Enver Hoca dönemi ayrıca araştırılması, okunması gereken dönemlerden biri.
Tito’yla arası açılan Enver Hoca Rusya’yla (Stalin çizgisi) ve ardından Çin’le ( Mao etkisi) yakınlaşmış. Mao’nun ölümüyle içe kapanan ülkeye paranoya hakim olmuş.
“Herkes bize düşman!!”.
Sığınaklar her yerde. Şehirde, yollarda ve hatta boş arazilerde.”Bunker” denilen bu sığınaklar 1960-1970 arası Enver Hoca tarafından inşa ettirilmiş. Vikipedia’da yazana göre kilometrekare başına 5,7 sığınak düşüyormuş.
Tabii ki düşman gelmemiş ve bu sığınaklar atıl halde kalıp kimi zaman farklı amaçlarla kullanılmış. Maliyet, ekonomi? Şehir dışında karşılaştığımız, uğur böceği gibi boyanan bir bunker sanki bu sığınaklarla alay eder gibi.
Enver Hoca dönemi tam bir baskı, ihbar, istibdat dönemi olarak anılıyormuş. Hapishaneler, işkenceler, yurtdışı çıkış yasağı anlatılanlardan.
Hatta anlatıya göre Arnavutluk’a o dönemde gitmiş olanlar, hemen havalimanında usulüne uygun traş ediliyormuş. Öyle elini kolunu sallayarak ülkeye girmek yokmuş.
Dini semboller yasaklanmış. İbadethaneler ise ya sosyal ihtiyaçlar için yeniden düzenlenmiş ( hastane, kütüphane, arşiv vs), ya da kapatılmış/ yıkılmış. Din olgusu merdiven altına çekilmiş.
****
Şehrin merkezinde cafeler bölümünde, trafiğe kapalı bir alana geçtik.
Kimisinin elinde müzik aletleri olan insanlar geçiyor önümüzden. Festival mi?Fakat bunlar sanki isyankâr, bir dertleri var gibi. Ne olduğunu anlamak için bir kaç kişi takıldık peşlerine. Sorularımıza yanıt almalıyız. Turist olduğumuz için olsa gerek, gidecekleri yeri göstermekle yetiniyorlar.
Çok olmasa da çevrede bekleyen bir kaç polis dikkatimizi çekiyor. Ama tuhaftır gülümsüyorlar. Ne toma vs. var ortalıkta, ne de başka bir şey.
Tereddüt var içimizde. Protesto varsa, müdahale de olabilir, taşkınlıkta. Temkinli yaklaşıyoruz.
Kalabalığın toplandığı yer belediye binasının önüymüş. İnsanlar olup biten bir şeylere itirazlarını dile getiriyor, protesto ediyorlar. Taşkınlık yok, holiganlık yok. Müdahale de, korkutma da yok. Yolda nöbette bir kaç görevli görsem de kalabalığın içinde ya da çevresinde barikattır, polistir, araçtır bir şey görmüyorum. Demokratik haklarını kullanıyor, konuşuyor protestocular. Her yaştan insan kimi bisikletle, kimi yürüyerek gelmiş buraya.
Birisi üstün körü toplanma sebeplerini kısaca söylüyor. Sonunu merak etsek de kendi grubumuzu bekletmemek adına alandan ayrılıyoruz.
Yaklaşık öğle saatlerinde toplandığını gördüğümüz bu kalabalığın, akşam aynı istikamette araçla dönerken halen protestoya devam ettiğini görüyoruz. Protestonun sonunu göremedik.
Blloku Bölgesi’nin içindeyiz. Şu bir zamanlar elitlerin/yöneticilerin dışındakilerin giremediği, o dönemlerde sıradan vatandaşa açık olmayan bir yer burası. Bu bölgeyi şehre bağlayan noktada da hemen bir sığınak göze çarpıyor. Aklımdaki soru; Enver Hoca halktan mı korkuyordu? Yıkılan Berlin duvarına ait bir parça da sığınağın hemen yanında, olan biteni hatırlatıyor.
Enver Hoca’nın evi de bu bölgedeymiş, onun için yaptırılan anıt mezar da. Fakat naaşı bu anıt mezarda değilmiş. Bir dönem kapanıp Enver Hoca öldüğünde bu anıt yapı, sergi salonu vs olarak kullanılmaya başlanmış. Evi ise koca bir bahçenin içinde, kimsesiz ve bakımsız halde göründü bana.
Zulme, faşizme hayır derken zulmedenlerden olmak..
Güç zehir gibi. O gücün korunması için oluşturulan baskı, zulüm, istibdat ve beraberinde gelen paranoya. Halk için, toplum için, halk adına savaşırken o halkı karşısına almak, halka düşman olmak. Enver Hoca’nın baskıcı yönetimi sonrası yurtdışı çıkış yasağı kaldırılan ülkede görünmeyen yoksulluk da görünür yoksulluk haline gelmiş.
Baskılanan din, çekildiği hücrelerden tekrar yaşama dönmüş. İbadethaneleri ve dini sembolleri Arnavutluk’un her yerinde görmek mümkün.
Camii de var, kilise de.
“İnançlara saygılıyız, ayrımcılık yok”diyor rehberimiz.
****
Tiran’da duvar cepheleri de dikkat çekici. Kapitalist dünyanın reklamları yerine düşünceye, duygulara, özgürlüğe dair simgesel, şiir tadında resimlerle kaplanmış. Özgürlük mücadelesi şehrin ruhuna işlemiş sanki.
****
Burada bir de ilginç bir gelenek anlatılıyor bize: “Sadik” kadınlar. Ülkenin sıkı ataerkil yapısında kadın kimliğinden vazgeçip erkek gibi yaşamaya başlayan kadınlar.
Asırlar öncesine dayandığı söylenen bu gelenekte, hiç evlenmemiş veya evlenip ayrılmış/dul kalmış kadınların bazıları (rehberin anlatımına göre bunların içinde savaşlarda dul kalan eşler de varmış) mevcut ataerkil sistemde evin erkeği görevini üstlenmek için yemin ediyorlarmış. Rehberimizce
“sadik” kelimesi ile anlatılan bu geleneği internetten “yeminli bakireler” adı ile buldum. 15. Yüzyıla dayanan ve sıkı ataerkil sistemden kaynaklanan bir yapıymış.
Yeminli bakireler/ sadik kadınlar; kadın kimliğinden tamamen çıkıp erkek gibi giyiniyor, erkeklerin girdikleri ortamlara giriyor, erkek işlerinde çalışabiliyor ve evin erkeği olarak dışarıya karşı sorumluluğu üstleniyorlarmış. Halen az da olsa sadik kadınlara da rastlanıyormuş.
Bu çağda halen “kadının adı yok” sanırım. Tüm ayrımcılığı/ ötekileştirmeyi, nefreti, baskıyı yıkmaya/ ortadan kaldırmaya çalışırken,
”herkes için insanca yaşamak” derken maalesef çoğu yerde kadınlar hâlâ “öteki”..
Ben de bir kadınım. Ne sadik, ne yeminli, ne öteki, ne beriki. Öncelikle “insan”dır adım, cinsiyetimse ”kadın”. Bundan da gurur duyarım.
Bunlar Tiran’dan bende kalanlardı. Eksikler ve kusurlar varsa affola diyelim.
Adil, eşit, güvenli, mutlu, huzurlu, “öteki” olmadığınız ve kimseyi ötekileştirmediğiniz aydınlık yarınlar dilerim.
Sevgi ve saygılarımla.