2011 verilerine göre transgenik (GDO’lu) ürünler 160 milyon hektarlık alanla dünya ekim alanlarının %12’sini kaplıyor (http://blog.milliyet.com.tr/gidakrizivebilim). Hatta ticarete yansıyan tohum pazarının %36’sı biyotek tohum.
Her yıl sürekli olarak artış gösteren bu gelişmeye rağmen GDO’ya karşı kampanyalarda da bir artış gözlenmektedir. Söz konusu karşı görüşler “hayatın patentlenemeyeceği”, “kral kelebeğinin yok olacağı”, “tohumun her yıl değiştirilmesi” olayı, “transgenik tohumluğu uluslar arası firmaların tekelinde olması”, “gen kaçması”, “alerji”, “antibiyotiklerin kullanımı” şeklinde sıralanabilir. Bunları başlıca dört gurupta toplamak mümkün: “Sağlık”; “Ekolojik ve Çevre”; “Ekonomik ve Politik” ve “Sosyal”.
Bu dört kavramın her birinin ayrı ayrı yeteri detayda irdelenmesi için bu yazıda yalnız sağlık konusu ele alınacaktır. Transgenik çeşitlerin tescil edilme aşamalarında gerek sağlık ve gerekse çevre risk değerlendirme aşamalarını başarı ile geçmiş olmaları gerektiğini herkesin anlayacağını bekleyemeyiz. Nitekim, biyoloji ile az buçuk ilişkisi olanlar GDO konusunda tereddüt yaşamazken; diğerlerinin “..sonunda ne olacağı çok net değil, o nedenle herkes biyologlar kadar iyimser olamıyor, sağlık konusunda da pek çok riskler henüz tam olarak anlaşılır değil” savları devam ediyor. İşte “GDO’ya hayır”ın can alıcı noktası da burada.
Olayın daha iyi anlaşılması için geliştirilen sap kurduna dayanıklı transgenik mısıra bir göz atalım. Yabancı gen bir toprak bakterisi olan Bacillus thuringiensis’den (Bt) transfer edilmiştir. Bu bakteri 1900’lerden beri zararlılarla savaşımda kullanılan doğal bir böcek öldürücüdür ve hala organik tarımda kullanılmaktadır. Doğada her an izlenebilen bu organizmaya ait gen parçaları, her hangi bir yerde rastlanabilir. Bu bakterinin bir geninin (Cry1) ürettiği enzim, kelebekgiller ve birkaç familya böceğin larvalarında toksik etki göstermektedir. Bu nedenle mısıra aktarılarak genle sap kurdu zarar etkisinin (Şekil!) önlenmesi sağlanmıştır. Üretilen enzim kelebek yumurtasından çıkan larvayı öldürmekte ve bitki zarar görmeden gelişmesini devam ettirmektedir.
Bugünün bilgi birikimi ve teknolojisi ile ticari olarak kullanılan GDO’lu mısır, soya, kanola ve pamuk tescil edildikleri ülkede risk analizlerini geçerek kullanıma sunulmuş, milyonlarca tonluk üretimi ve dolayısı ile tüketimi gerçekleştirilmiştir. Aynı analizler bu ürünlerin ana ithalatçı AB’de de yapılmakta ve söz konusu GDO’ların bir kısıtlama olmadan kullanılmasına izin verilmektedir. Diğer taraftan GDO tohumluğun ekimi ile ilgili uluslar arası koşullarla risk değerlendirmesi, risk yönetimi ve risk iletişim sistemleri ile tüm olası sorunlar ele alınmıştır. Bunların arasında zararlılarla ilgili üremenin devamını sağlayacak tarlanın, belirli oranda transgenik olmayan çeşidin ekilme (refüj) zorunluluğu, transgeniklerle ilgili uygulamalardan doğacak zararların karşılanması, ilgili kuruluşların tazminatta ne oranda ve nasıl devreye gireceği konuları da bulunmaktadır.
Şimdi bu ürünün sağlığa olası zararlarına, daha doğrusu GDO karşıtlarının savlarına bir göz atalım. Başta alerji olmak üzere, antibiyotiklere dayanıklılık, kanser, zehirlenmeler, organ hasarı, yabancı DNA’nın yenmesi, insan üzerindeki genetik etkilerinin çok sonra, hatta birkaç kuşak sonra ortaya çıkabileceği beklentisi gibi iddiaları irdelemeye çalışalım.
Bt bakterisinin enzimi larvaların sindirim sistemini tahrip eden bir toksin salgılar. Hâlbuki aynı enzim sıcak kanlı organizmalarda 1-2 saniye içinde parçalanma özelliğindedir. Bu nedenle insan sağlığı için zararlı olması söz konusu değildir. Analiz yöntemlerinin bugün ulaştığı ileri düzey itibarıyla GDO’larda oluşabilecek zehir etkili kimyasallar kolaylıkla belirlenebilir. Arpad Pusztaria’nın GDO’larla ilgili deneylerinde genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin fareler için toksik olduğunu, bağışıklık sisteminde bozuduğu, viral enfeksiyonlara neden olduğu gibi birçok etkileri dile getirilmiş, buna karşı genetiği değiştirilmemiş patateslerle beslenen farelerin sağlıklı bulunmuştu. 1998 yılında yapılan bu deneyler tartışmalara yol açmış, hatta Pusztaria’nın söz konusu deneyleri hiç yapmadığı da konu edilmişti. Aradan geçen 14 yıllık süre içinde bu iddiaları kanıtlayacak/destekleyecek hiçbir bilimsel çalışmanın ortaya çıkmaması, Pusztarria’nın iddialarının pek güvenilir olmadığını göstermiyor mu?
Antibiyotiğe dayanıklılık genlerinin, insan ve hayvan bünyesine geçmesiyle insan bünyesinde antibiyotiğe dayanıklılık oluşur mu? Bir genin gen teknolojisiyle bir başka organizmaya aktarılmasında, bakterilerin genomunda bulunan ve GDO geliştirilme aşamasında markör olarak kullanılan, belirli antibiyotiklere dayanıklılık, gen aktarımının gerçekleştiğini görmek için kullanılmaktadır. Bu aşamada söz konusu dayanıklılık genini taşıyan küçük genom parçacıklarından (plazmid) yararlanılmaktadır. Antibiyotiğe dayanıklılığın insana geçme endişesi ancak plazmitdeki dayanıklılık geninin barsak florasındaki Escherichia coli bakterisi tarafından alınıp genomuna bağlanması ve bu genin proteininin sentezlenmesi durumunda söz konusu olabilir. Gıda ile alınan DNA mide asidi ve enzimlerle yapı taşlarına parçalanır. 300-1500 nukleotidlik bir DNA parçasının zarar görmeksizin bu işlemi aşması mümkün değildir. Bunun yanı sıra bağırsak florasındaki bakterinin de bu parçayı kendi genomuna ekleyebilmesi için bu DNA parçasına benzer bir sekansa sahip olması gerekir. Dayanıklılık geninin çalışabilmesi için de bu geni çalıştıracak olan promoter sekansının bulunması şarttır. Görüldüğü gibi bu risk pratik olarak söz konusu olamaz. Aslında bazı firmaların geliştirdiği transgenik mısır çeşitlerinin geliştirilmesi aşamasında markör olarak insanlara da kullanılan antibiyotikler kullanılmıştı. Penisilin grubundan olan bu “ampisilin” sadece prokaryotik (bakteriler) canlılarda aktif olacak şekilde tasarlanmıştır. Bu nedenle söz konusu antibiyotik ökaryotik (hayvan, bitki, insan gibi) canlılarda kullanılmamaktadır. ABD’de de konu ile yetkili Gıda ve İlaç Kontrol Kuruluşu transgenik bitki geliştirilme sürecinde markör olarak insanlarda kullanılmayan antibiyotik türlerinin kullanımını önermiş ve 2002 yılından sonra GDO çeşit geliştirme çalışmalarında antibiyotik kullanımı kullanılmamaktadır. Bu nedenle insan sağlığı açısından GDO’lu bitki tüketenlerin antibiyotik tedavisinde herhangi bir olumsuz etki gözlenmeyecektir. Zaten kuruluşlar antibiyotikler yerine yeşil floresans protein ve mannoz gibi maddeleri kullanmaya başlamışlardır.
Günümüzde bazı kişilerde yumurta, yerfıstığı ve kivi gibi bazı yaygın yiyeceklere karşı alerjiler oluşabilir. Hatta gıda olarak alerjiye neden olan sekiz “büyük” arasında buğday, mısır gibi ana besin maddeleri de yer almaktadır. İnsanlara yabancı bir proteini taşıdıklarından, transgenik bitkilerin tüketilmesi durumunda; insanların bağışıklık sistemlerinin alerjik reaksiyon gösterebileceği de akla gelen konulardandır. Ancak, insan bünyesine zaten günlük gıdalarla milyarlarca yabancı gen alınmaktadır. Vücuda alınan her yabancı madde alerjik reaksiyona neden olabilir. Transgenik ürünler geliştirilirken, aktarılan genin bu tip alerjenik reaksiyona sahip proteinleri üretip üretmeyeceği araştırılır, alerji oluşturma potansiyeli bulunmadığından emin olunduktan sonra tescil edilir. Transgenik ürünler klasik eşdeğerlerine göre çok daha fazla risk analizine tutulduklarından, alerji oluşturma olasılıkları klasik ürünlerden çok daha düşüktür. Şu anda pazardaki GDO’lu ürünlerden hiç biri alerjik değildir.
GDO konusunda bir de “bilinmeyen risk” endişesi var. Yani GDO’ların insan üzerindeki genetik etkilerinin çok sonra, hatta birkaç kuşak sonra ortaya çıkabileceği dile getiriliyor. Biyoloji ve biyokimya temekleri olmayanların kolayca kabullenebileceği bu konu bilimsel dayanaktan yoksun. Yeni yabancı bir genle kazandırılan özellikler, bitki içerisinde üretilen proteinler ve diğer organik moleküller sayesinde ortaya çıkmaktadır. Yeni bitki doğadakinden pek de farklı olmayan moleküller içerir. İnsanlığın doğuşundan beri her gün çok sayıda DNA ve protein tüketmiş ve insan kromozomuna her hangi bir bitki geninin monte olacağı beklenemez. Çünkü yediğimiz her ürün ağızda mekanik ve kimyasal olarak parçalanmaya başlar, mide özsuyunda enzim ve asitlerle daha da ufak parçalara ayrılan bu besin maddeleri kana karışır ve diğer organlar tarafından metabolizmaya alınır.
ABD Ulusal Bilim Akademisi ve AB ülkelerinden bilim adamlarının yaptığı son yayınlar, EFSA (AB gıda Güvenliği Yetkili Birimi) de, GD gıdaların “en az geleneksel gıdalar kadar ya da onlardan daha güvenli” olduğu belirtilmiştir. GDO gıdaların güvenliği konusunda gerçek anlamda bir bilimsel ihtilaf yoktur. Gazeteci, yazar ve çevre eylemcisi Mark Lynas “On yıllık GDO araştırmalarımda sağlıkla ilgili tek bir soruna rastlamadım” itirafı bir çok müphem soruyu da aydınlatmaktadır.
Nazimi Açıkgöz (http://blog.milliyet.com.tr/gidakrizivebilim)