Garip lakabı Hüsmen’in üzerine “tazı çulu “gibi tam oturmuş, yapışmış, hatta sinmişti. Köylünün taktığı lakaplar öyle bir tutardı ki aradan asırlar geçse unutulmazdı. Atalar, lakap verdikleri insanların gönlünü alacak sözler de söylemişler, ”Yiğit lakabıyla anılır” diyerek bir bakıma lakap takmanın çirkinliğini örtbas edecek yolu da bulmuşlardı.
Aslında Hüsmen hem garip hem sefildi. Zayıf, uzun boylu, bakımsızlıktan kaktüs dikene dönmüş seyrek sakalları, çökmüş avurtlarıyla kırk beş yaşlarında olmasına rağmen en az altmış gösteriyordu. Yürürken dizlerini göbek hizasına kadar çeker, adımlarını yavaş, tereddütlü atar; görenlerde merdiven çıkıyormuş izlenimi bırakırdı.
İlkokuldan sonra okumamıştı. Köyde üç beş inekle uğraşır, onları otlatmaya götürür, sütleriyle geçinmeye çalışırdı. Köylük yerde birkaç mala sahip olmak geçimi garantiye almak demekti. Hayvanları otlatmaya zorsunurdu ama karısı “Evden uzaklaşsın da ne iş yaparsa yapsın ayol!” der, Hüsmen’in sırtına sabah erkenden azık torbasını asar onu otlağa gönderirdi.
Köylü kısmının çoğu gibi Hüsmen de küçük yaşta başladığı sigarayı çok içerdi. Bu yüzden seyrek bıyıkları sapsarı olmuş, kahverengi dişlerinde topa tutulmuş kale burçları gibi gedikler açılmıştı. Bilmediği ya da az bildiği konularda bile yanlış fikirlerini açıklar, tartışmaktan geri kalmazdı.
Hüsmen’e bir şeyi kabul ettirmenin yolu susmaktan geçerdi. Sizi dinlemez, dinlermiş gibi yapar, yine kendi bildiğini okurdu. Çoğunlukla “He Hüsmen senin dediğin doğru” derdi arkadaşları. O akşam telaşlıydı. Karısının yazma(çember) cemekânına koyduğu evrakları karıştırıyor , poşete doldurmaya çalışıyor, beceremiyor, yere düşürüyor, sinirleniyordu. “Karı senin fotoğrafların nere de?”. Fatma Kadın, hızlı adımlarla geldi, küçük zarfı yerden alıp adamın kolunu sarsarak “Aha burada ya herif! Yere düşürmüşsün. Hiç bakmaz ki. Baksa da görmez. Ömrümü çürüttü bu adam benim… offf… offf… of ki offf!”. Aslında bu oflama otuz yıla yakın evliliğinin özeti gibiydi.
Hüsmen gece kahvehaneden erken geldi. Ne çayın ne de sohbetin tadını alamamıştı. O akşam fazla konuşmadı, daha çok dinlemeyi tercih etti. Aklı yarınki işlerdeydi. Basit işleri gözünde büyüttükçe büyütüyor, önünde Çin Seddi gibi görüyordu yapacaklarını… Yapacağı değil de yaptıracağı işler demek daha doğruydu sanki…
Şehre gidip resmi yerde bu evrakları yapmak kim Hüsmen kim. Şimdiye kadar böyle işleri muhtar amcası yapıyordu. O da ölünce bu işler aile büyüğü olarak kendine kalmıştı. Hem beceremezdi hem de zaman zaman ”Kafam çalışsa okurdum zaten” derdi. Uyuyamıyordu. Sağa sola döndü. Yakında bir kukumav kuşu birkaç defa öttü. Bu kuşun uğursuzluğuna inanılırdı Hüsmen’in köyünde. Hangi evde öterse yakında o evden biri ölür” derdi geçmişler. Hüsmen sinirlendi, ”De kuş defol git öldürmeyeyim seni. Canına mı susadın ulan sen gecenin bu vaktinde!”. Babadan kalma tüfeğe uzandı, ses kesildi. Sabaha karşı azıcık yüreği tutunmuştu ki sabah ezana uyandı. Çakal ulumaları ezan sesine karıştı.
Yüreğir Kaymakamlığı’nın önüne geldiğinde şaşkındı. Her taraf insandı. Köy böyle değildi. Herkes birbirini tanırdı. Burada durum farklıydı. O kadar insan arasında bir tanıdık göremedi. Şimdi beni tanıyan biri gelse ‘Osman ver evraklarını yaptırayım ’dese… Ne güzel olur be !” diye iç geçirdi. Yeşil kart çıkartması da ne kadar karışık işti böyle. Birisine nereden yaptırılacağını sordu. “Sıraya geç” dediler. Yarım saat kadar sonra sıra kendine geldi.
Evrakları memura uzattı. Adam evraklara baktı, karıştırdı “Kayıt ettir bunları, arkaya tarafa geç ikinci kata çık, sağdan üçüncü kapı”. Hüsmen’in kafası iyice karıştı. Söylenerek yürüyordu ” Sağdan üçüncü müydü? Sağ ne taraf yahu?. Bende kafa yo ki! Hangi kata çıkacağım? ”Bunları söylerken biri duyar mı acaba diye etrafına bakındı. Zor işti vesselam… Öğle arasında Kaymakamlıktan çıkıp karşı büfede poğaça yedi, ayran içti. İş öğleden sonraya kalmıştı. Hüsmen, kaymakamlığın bahçesine geldiğinde aynı sıralarda benzer insanlarla, seli andıran kalabalıkla tekrar karşılaştı. Bir o tarafa bir bu tarafa gidiyor, ne yapacağını bilemiyordu. Aslında ne yaptığını da tam olarak kestiremiyordu.
Yanına, esmer, zayıf, rahat konuşan, sürekli gülümseyen sempatik biri yaklaştı. Hüsmen tanıdık zannetti önce. Genç gülümsemeye devam ederek: “İşinizi yaptıramadınız herhalde?” dedi. ”Evet, yeşil kart çıkartacaktım da… O da olmayacak herhalde” ”Kolay, verin evraklarınızı, elli lira da para verin, hemen yaptırayım ”dedi genç. Hüsmen parayı verdi, evrakları da tabi…
Adam içeriye daldı. Hüsmen’i ateşli bir heyecan bastı. Bu güne kadar para ile iş yaptırmamıştı. Korkuyordu. Biraz da utanmıştı parayı verirken… Aradan on dakika ya geçti ya geçmedi, yanına az önceki gence benzer biri yaklaştı. Bu kişi hiç gülmüyordu, gülümsemiyordu bile. Hatta çok da ciddiydi. “
Az önce gördüm seni ”dedi Hüsmen’e. “Biraz önce büyük bir suç işledin sen. Devletimizin görevlisine rüşvet verdin. Bunun cezasının ne kadar ağır olduğunu biliyor musun?” Hüsmen kekeledi “Yo… Yok… Bil… Bilmiyordum ağabey!”.
İlave etti genç “Şimdi hemen uzaklaş buradan!”. Hüsmen zangır zangır titriyordu, yürüdü. Adam arkasından bağırdı “Hiç arkana bakma! Üç sene boyunca da sakın şehre gelme! Yoksa tutuklanırsın”.
Hüsmen, komutları harfiyen yerine getiriyor bir taraftan da kendi kendine “Yine de ucuz atlattık, ya beni hapse atsalardı. Bu akşam köye dönemezdim. Mahpuslarda çürü işin yoksa. “diye düşünüyordu. Köy otobüsüne son anda yetişti. Hiç kimse ile konuşmuyor, devamlı somurtuyor, boğazı kuruyordu. Büyük bir suç işlediğine inanmıştı. Eve geldiğinde vakit ikindi üzeriydi. Karısı “Hoş geldin adam, yaptırabildin mi? Hüsmen “Yaptıramadık karı! Sonraya kaldı bizim iş “diye yalan söyledi. Utanıyordu. Rüşvet vermeye kalktığını nasıl söyleyebilirdi?
Akşam yemeğini yemedi, yiyemedi. Çok düşünceliydi, durgundu. Ertesi gün erkenden inekleri otlatmaya gitti. Torbasındaki azığı öylece eve getirdi, yine ağzına bir lokma atmadı. Akşamüzeri, yolun kenarında bir taşın üzerine oturmuş, ilkçağ mini put heykellerinin donuk, boş bakışlarını andıran gözlerle etrafa bakınıyor, elindeki çubuktan parçalar koparıp eşit aralıklarla yola atıyordu…Yoldan geçen emmisinin oğlu, Hüsmen’i görünce durgunluğunu, dalgınlığını merak etti. Belki bir yardımım dokunur düşüncesiyle “ Hayırdır Hüsmen pek üzgünsün, ne oldu sana yahu emmioğlu?” Hüsmen çok üzgün bir vaziyette, cılız bir sesle “Ben mahvoldum emmioğlu. Benim üç sene şehre inmem yasaklandı”. “Kim yasakladı, niye?”.
Hüsmen ağlamaklı “Memura rüşvet verdim emmioğlu! Kaymakamlıktaki memurlar yasakladı. Biraz konuşturunca Mustafa durumu anladı. Bunu üçkâğıtçılar punduna getirip kandırmış, parasını alınca da şikâyet etmesin diye şeytanca bir planla şehre gelişini güya yasaklamışlardı. Mustafa “Olur mu öyle şey emmioğlu! Seni kandırmışlar” diyecek oldu.
Hüsmen kalktı, üzerindeki tozları silkip evlerine doğru yürürken “Benim üç sene şehre gitmem yasaklandı emmioğlu!” diye sürekli tekrarlıyordu…
Devam edecek…
Ali Ayaz,
16 Kasım 2017 Perşembe, Adana