MÖ 600’ler ve sonrasında ilginç bir şekilde dünya değişti. Buna eksenel çağ adını veriyorlar. Birincisi Avrupa’nın bugünkü beyni oluştu; Yunanistan’da felsefe ve bilim doğdu. Sokrates’in öğrencisi Platon Felsefeyi, Aristo ise bilimi kurdu. Bundan sonra tek gerçek vardır, o da doğadır.
İkincisi Uzakdoğu’nun bugünkü zihin yapısı şekillendi; Hindistan’da S. G. Buda, Çin’de Konfüçyüs ile Laozi Mistisizmi geliştirdiler. Buna göre tek gerçek vardır, gizlidir, görünen her şey bir ilizyondur.
Üçüncüsü Ortadoğu’nun bugünkü dünya görüşü şekillendi; İran’da Zerdüşt dualist bir teori ortaya attı. Evrensel bir savaş vardır. Bu Hürmüz ile Ehrimen’in savaşıdır. Yeryüzünde insan da buna katılmalıdır. Kişi Ahura Mazda (Hürmüz) tarafında yer alıp düşman olan Angri Mainyu (Ehrimen, Şeytan) ile mücadele etmelidir, tuzağa düşmemelidir. Yahudiler Babil’e sürgün edildiklerinde bu düşünceyi benimsediler ve ulusal tarihlerini yazarken Sümerlerin ilk kralını ata belirlediler. Abbasi ve Emevi dönemine geldiğimizde Semitik kavimler Zerdüştiliği yeniden yorumlayıp uygulamaktaydılar. Zerdüştilik yıkıldı ve yerine Semitik yorum getirildi. Bu hep böyle devam etti.
Dünya bu üç farklı bakış açısını sentezlemek istiyor. Ama bu üç farklı bakış açısı arasında menfaat gereği hâlâ muazzam bir savaş vardır.
Bunlar üç farklı doğru değildir. Sadece doğruya ulaşmak için kurulmuş üç farklı yöntemdir, hepsi bu.
***
Yahudilerden zeki insanlar çok çıkmıştır.
Erich Fromm da bunlardan biridir.
Diktatörleri, özellikle Hitler’i çok iyi araştırmış. Hitler orta sınıf bir memur çocuğu ama babasını erken yaşta yitirmiş. Bir dönem ciddi para sıkıntısı çekmiş. Bir üst sınıftan düşmüş. Ressam olmak isterken olamamış. Politikaya atılarak kendi ezikliğinin sorumlusu olarak zayıfları seçmiş ve güce inanmaya başlamış. Benim özet analizim budur. Yahudi düşmanlığı ise bir taktiktir, belki de o da bir Yahudi’ydi ve varsıl Yahudiler ona destek veriyordu. Bu da bir ihtimal. Ama onun intikam duyguları ergenliğinde ve gençliğinde yaşadığı yanılgılar ve hayal kırıklıkları olsa gerek. İyi bir kitap. Anlayabilene.
***
Eskiden Almanlar Avrupa’da neredeyse şamar oğlanıydılar. Bismarck onları birleştirdi. Napolyon savaşları onlara kimlik kazandırdı, çünkü Napolyon bir Fransız milliyetçisiydi. Hakikaten de Almanlar çok hırpalandılar, ama bilimin ve felsefenin yüzde sekseni Almancaydı. Naziler Nietzsche’nin Felsefeni istismar ettiler. Bir Yahudi düşmanı olan Nietzsche’nin kız kardeşi, Nietzsche’nin yayınlanmamış son kitabı olan “Güç İstenci” kitabına bazı ırkçı eklemeler yaptı. Nietzsche’nin delirmesi ve ölümü onların işine gelmişti. Ama akıllı Nietzsche okuyucular bunu çabuk fark ettiler ve çıkardılar.
Hitler ise hapishanede iken yalan ve sahtekarlık üzere kurulu olan ırkçı teoriyi geliştirdi, kendi ırkçı ve faşist anlayışına uygun hâle getirdi. Alman intikamıyla doluydu. Kavgam onun kitabıdır. Bu teoriye göre üstün ırklar yönetmeli, bazı ırklar yok edilmeli, bazıları ise yönetilmeli. Üstelik tarih ırkların savaşı demekmiş. Naziler bu kitabı beğendiler. Hatta Blavatsky’nin Gizli Doktrin öğretisi bile bu işte kullanılmıştır.
İtalyanlar, Japonlar ve diğer bazı milletler Almanlardan yana oldular. Her ne kadar inkâr edilse de Osmanlı ve Türkiye bu ideolojiyi Türkçülüğe uyarlamaya çalışmışlar. Nihal Atsız içlerinde en delikanlısı, adam açık açık bunu yazıyordu. Ama diğerleri fiili olarak uyguluyorlar ama teoride din, iman, kardeşlik ve buna benzer ifadelerle süslüyordular. Cumhuriyetin ilk kadrosu daha ziyade Fransız milliyetçiliğini benimsiyordu ama 1940’lara doğru Alman milliyetçiliği ağırlık kazandı. O nedenle Atatürk daha çok Fransa anlayışını benimsemişti ama İnönü bir Alman yanlısıydı.
***
Fransa’da gelişen, İngiltere’de teorisi yapılan ve ABD’de zirveye ulaşan bir anlayış vardı, bu temelde bireyi esas alan Liberalizm, Fransız milliyetçiliğiydi. Almanlar, Japonlar ve İtalyanlar bunun yerine milleti esas alan bir doktrin benimsediler. Ama bir de Ruslar vardı. Bir kere her aşamada Yahudiler rol almıştır. Her üç teoriye de oynamışlar. Karl Marx bir Yahudi, onu destekleyen ise zengin bir Alman olan Engels’tir. Bu ikisi bir Manifesto yazdılar, Komünist Partisinin en önemli bildirisiydi. Onlara göre zenginler fazlalıktır, herkes çalışmalı, yönetenler ise bir parti olmalı, bu parti halkı yeni düzene entegre etmelidir. Avrupa’da hiçbir ülke bu teoriyi benimsemedi.
Ruslar ilginç bir şekilde her zaman ayrı bir anlayış benimsemiştiler. Avrupa Katolik iken onlar Ortodoks oldu. Çarlık Rusya’sı yeni dünyaya adapte olmak istiyordu ama gururlu oldukları için ne Fransa’nın ne de Almanların fikrini benimsediler. Gerçi eski Çarların soyundan gelen Kropotkin bir şeyler söylüyordu ama kimse dinlemedi, aşırı fikirleri vardı. Bir kere devlete karşıydı. Tolstoy da bir şeyler söylüyordu ama onun söyledikleri örgütlerden ibaretti.
Rusya’da Lenin bu konuda farklı davrandı. Komünist Manifestosunu benimsemişti. Marks ve Engels ne demişse onu kabul edip Rusya’da uygulamak istiyordu. Bir devrim yapıldı ve başa geldi. Bu fikirleri uyguladılar. Ama kendilerini Alman Faşizmi tehdit ediyordu. Almanları yendiler, bu doğru. Stalin zafer ilan etmişti. Ama Stalin ölür ölmez Komünizm yavaş yavaş yıkılmaya başladı. Rusları Çinliler de destekliyordu, onlar da Japonlarla papaz oldular. Vietnam, Kamboçya, Küba ve Venezuela ise ikinci sınıf Komünist ülkelerdi. Daha çok zayıf uluslar bu teoriyi kabul ediyordu. Che Guevara ise Küba devriminde şunu farketmişti, gerçekten de birinci sınıf sosyalist ülkeler kendileriyle değil, kapitalist ülkelerle işbirliği içerisindeler. Bu da şu demekti, işçilik ve emek bahanedir. Amaç iktidar ve ulusal çıkarlardır. Komünist Manifesto da Kavgam kitabı, ya da Ülkelerin Zenginliği kitabı kadar yanıltmacalardan ibaretti. Sonuç, bu oyunu farkeden Che Guevara Bolivya devrimi için yollanır ama bir daha dönmez, bir nostalji olur. Hâlâ da öyledir.
***
Dikkat edilirse Komünizm ile Faşizmin teorisyenleri Avrupalılardır. İlginç olan Ortadoğudaki liderler karma ekonomiyi benimsiyordu. Türkiye bile hâlâ bu karma ekonomiden yeni kurtuluyor. Baas fikri Arap liderlerin Hitler’den alıp uyguladığı ama temelde krallık ve soy bağlarını devam ettiren saçma sapan bir teoridir. Ortadoğu’da Osmanlı parçalanırken, Müslüman ülkelerin elinde hiçbir ekonomik ve sosyal teori yoktu. Gerçi C. Afgani ve onun öğrencisi M. Akif “İslam” vurgusuna sahiptiler ama henüz tamam değildi. İlk defa Mısırlı bir yazar olan S. Kutup bunu ciddi bir şekilde savundu. Ona göre tüm beşeri sistemler Cahiliye toplumunu savunuyorlar. Bunu yok edip bir Tevhit – İslam toplumu kurulmalı. Buna bir Öncü Nesil liderlik etmelidir. “Yoldaki İşaretler” kitabında bu teoriyi özetledi. Hasan el-Benna ona destek veriyordu. Ama bu teori Sünni ülkelerin hiçbirinde yer bulmadı, radikal örgütlerin sohbet konusu olarak kaldı. Bir de bu kötü bir kopya demekti, S. Kutup eski bir Solcudur. Bunu İran’da Humeyni taraftarları Şii bir versiyonla sunarak Farsların ulusal ideolojisi olarak sentezlediler. İran üzerinden yayılması engellendi. Irak-İran savaşının ana sebebi budur. Doğrusu İslamcılık Rusların desteklediği ama bazen de başına bela olan (Afganistan örneği) Amerika ile Rusya arasında gidip gelen modern bir teoridir sadece.
İslam ise bir dindir. İnsanlar bunu anlamıyor. O sebeple de yanlış kararlar alıyorlar.
Yeni Yazıtlar (Çöle Düşen Deli) ilk basılı kitabımda İdeolojiler Yazıtı bu tür meseleler üzerindeydi.
Gelecekte ne olacak peki?
Ne yapmak gerekiyor?
Bu soruların cevabını veremem.
Ama bildiğim bir gerçek var. O da içerisinde yaşadığımız çağ, tıpkı Sasani ile Bizans arasında bölüştürülen dünyada, hiç beklenmedik bir anda ve hiç beklenmedik bir yer olan Arabistan’da yeni bir fikrin ve dolayısıyla gücün tüm dengeleri altüst etmesini andırıyor.
Bu güç İslamcı İdeoloji değildir. Sosyalist ya da Faşist bir teori dahi olamaz. Bu adil kurmayların dünyayı bir anda uyandırması olsa gerek. Tüm kutsal kitaplar ve dinler bu noktada ortak açıklama yapmışlar. Farklılıklar ise menfaatler gereği farklıdır.