Gece pusluydu. Kapkaranlıktı her yer. Sanki ay’ı ve yıldızları göklerden çalmışlardı. Herkes günün yorgunluğunu atmak için uzanmıştı yatak veya koltuklarına. Kimisi de çoktan uykuya dalmıştı. Sıradan bir geceydi evveli. Fakat haramiler yaptıkları kirli planı gizlice hayata geçirmek için canhıraş çalışıyorlardı. Okyanus ötesinden düğmeye basmıştı şeytanın ortakları. Tükenen gün yarına evrilirken kara gökler alev toplarıyla aydınlanıyordu.
Takvimlerin o zifiri 15 Temmuz’u gösterdiği gecede seçilmişlere darbe teşebbüsünde bulundu ihanet şebekeleri. Akıllarını kiraya verenler, idrâklerimizi kuşatmaya çalıştı pervasızca. Bir huzur ve refah beldesi olan güzel ülkemizi, kaosun simgesi hâline dönüşen Suriye’ye döndürmek istediler. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere, şehirlerimizi ve zihinlerimizi kuşatma girişiminde bulundular. Boğaz Köprüsü’nü kapatan şehir eşkıyaları demokrasinin kalbi olan Gazi Meclisimizi bombalayacak kadar insanlıklarını kaybettiler. O Gazi Meclis ki demokrasinin gözü ve kulağıydı. Bugüne kadar yapılan darbelerde asla dokunulmayan mahrem bir yerdi Gazi Meclis. Fakat gözü dönmüşler orayı da hedef seçti.
O gece, şehit kanlarıyla sulanan, cennetten bir köşeyi andıran ülkemi ateşe veren bu çağın Neronları, şerefli üniformalarının arkasına sığınarak kinlerini, öfke ve nefretlerini ağız dolusu kustular. Bu çağın Nemrutları bu çağın İbrahimlerini kor ateşlere atmak için şer ateşine odun taşıdılar. Firavunlar Yusufları kör kuyulara mahkûm etmek için çırpınıp durdular. Onlar ki yıllarca sırtlarından beslendikleri bu aziz milletin ruhunda kapanmaz yaralar açtılar. Annelerin hüzün çeşmelerinin musluğunu sonuna kadar açtılar. Hanımları eşsiz, çocukları babasız bıraktılar. Hızla büyüyen Türkiye’nin önüne takoz koymak istediler. Diriliş ateşini söndürmeye çalıştılar. Milletin ayaklarını prangaya vurmak istediler. Onun içindir ki Batısıyla okyanus ötesiyle birleşip topyekûn hunharca, alçakça, kalleşçe saldırdılar.
O gece göklerden yağmur değil, ateş yağıyordu. Tanklar ölüm kusuyordu aralıksız. Milletin vergileriyle satın alınan ağır silahlar millete doğrultuluyordu. O uzun gecede bir “Uzun Adam” çıkıyordu sahneye. Milleti topyekun direnişe çağırıyordu. Seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olarak “Demokrasiye inananları meydanlara davet ediyorum” diyordu.
Vatanını canından aziz bilen milletimiz bu ülkenin selâmeti için meydanlara akıyordu adeta. Cadde ve sokaklar uçsuz bucaksız bir insan nehrini andırıyordu. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Alevî, Sünnî; kadın erkek, genç yaşlı el ele ve omuz omuzaydı o gece. Bin bir suratlı aşağılık piyonlara ve bu asık suratlı truva atlarına karşı herkesin tek bir düşüncesi ve tek bir hesabı vardı: Kuvâ-yi Milliye ruhuyla hareket ederek vatanı işgalcilerin yerli işbirlikçilerine karşı kanının son damlasına kadar savunmak. Gerekirse bu uğurda canını vermek.
Bu çağın serdengeçtileri abdestlerini alarak, eş ve çocuklarıyla helâlleşerek evlerinden çıktılar. Anne ve babalarının ellerini öpüp hayır dualarını aldılar. Zira gidip de dönmemek vardı. Bu duygu ve düşüncelerle ayrıldılar mesut hanelerinden. Kimi Boğaziçi Köprüsü’nde, kimi Vatan Caddesi’nde, kimi Çengelköy’de, kimi Havalimanında, kimi Beştepe’de, kimi Genelkurmay önünde kelime-i şahadet getirerek verdi son nefesini. Onlar vatan için ölerek ölümsüzlüğe vasıl oldular. Okçular Tepesi’nin boş olmadığını dosta düşmana gösterdiler.
15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece kanla ve canla bir büyük destan yazıldı yine. Öyle bir destan ki kalemler yazmakta kifayetsiz kalır. Bu destan karşısında işbirlikçi Batılıların nutku tutuldu. İman nimetinden mahrum olanlar, yürekleri vatan sevgisiyle dolup taşan insanların güle oynaya ölüme koşmasına bir anlam veremediler. Okyanus ötesinden emir alanlar, böyle bir direnişi hesap edemediler. Çünkü geçmişte böylesi bir direnişe hiç rastlanılmamıştı. İnsanlar kaderlerine razı olarak evlerine çekilmişlerdi. Fakat şimdi önderinde kefeniyle yola çıkan, korku nedir bilmeyen, yurdunu canından aziz bilen, yol arkadaşlarına “Sizde gömlek varken ben çelik yelek giymem” diyebilen yiğit bir yolbaşçıları vardı.