Geçen yılın Ağustos ayı.
Uzaklarda kalmış çocukluğum. Fatsa iskelesindeyim. Sabahın erken saatleri. Güneş vurmuş denize ve yüzüme.
Uzaklarda bir balıkçı teknesi. Uzun sahil yolunda gelip geçen arabalar. Ve yep yeni bir güne doğmuş insanlar, işe giden, dolaşan, simit satan çocuklar.
Fatsa iskelesinin iki yanına geçip denize bakıyorum.
Bir kıyıdan denize bakmak. Ömür parantezinde az yakalanır mutluluk. Hiç denediniz mi? Uzakta, çok uzaklardaki ufuk çizgisini gördüm. Dünyayı düşündüm, evreni, sonsuzluğu düşledim.
Para, geçim, Avrupa Birliği, okul, taksit, ekonomi, Obama haberlerinin usandırıcı çemberinden sıyrılıp dalıp gittim geçmişin ve geleceğin bilinmez derinliklerine. Günlük yaşamın bitmez döngüsünden uzaklaştım. Doğanın, kâinatın sonsuzluğuyla kucaklaşmayı denedim. Ne güzelmiş meğer düşlerin sınırsızlığında dans etmek. Şiddet, şöhret ve şehvetin magazinleştirilmiş örnekleriyle ütülenen kafamızı denizin ve gök mavisinin yumuşak sıcaklığına bırakmak.
Fırsat bulunca bir kıyıdan, bir tepeden, bir iskeleden bakın denize.
Dalgalarda, suyun şırıltısında yaşamın enginliğini, vazgeçilmezliğini duyumsayacaksınız.
Hem insanın yüceliğini, yaşamın eşsiz bir ödül oluşunu hissederiz, hem de kısacık yaşam parantezinin sonsuzluk karşısındaki “ hiçliğini” ve “yalnızlığını”. Artık ne işlerin kötü olmasının, ne azalan satışların, durgunluğun anlamı kalır, ne de sonu gelmez çekişmelerin, inen çıkan dövizin-faizin…
İnsan yeniden duyumsar tarihin ve toplumun hep ileriye doğru “akıp gittiğini”.
İster bir tepeden, ister kıyıdan, isterseniz uzak yayladan bakın, günlük yaşamın anaforlarından kurtulmak ve sıkıntıları yeni fırsatlara dönüştürmek için, bakın denize, deniz yoksa gökyüzüne, o da yoksa dağlara, ovalara, bozkıra, ağaca, suya, simit satan çocuğa bakın. Tutunmak gerek birilerine, bir şeylere..
Yeşertmek gerek içimizdeki bitmez umudu. İnsan asla tükenmez.
Baktım Fatsa iskelesinden denize, ormana, bahçelere.
Havadaki, toplumdaki, ülkedeki kara bulutların bir bir dağılacağını, pırıl pırıl bahar sabahlarıyla, yorgun, lacivert yaz akşamlarının yine geleceğini, güzel günleri yaratmanın ve yaşamanın biraz da hepimizin ellerinde ve gönlünde olduğunu düşünerek, düşleyerek..
Yaşamak ve iz bırakmak. Öylesine geçip gitmek yakışmaz insana, insanlığa. Bir değer olmak ve bir değer katmak yeryüzünde insanın serüvenine.Değil sadece görevini yapmak veya geçimini sağlamak. Toplumun gelişmesine, ülkenin kalkınmasına az da olsa katkı vermek. Üreterek, yazarak, anlatarak, hizmet ederek, çalışarak durmadan, yorulmadan.
Topluma olan borcumuzu başka nasıl öderiz ki?
Dayadım dirseklerimi iskele demirine..ve el salladım ilerilerde köpüklü dalgaların arasında yitip giden balıkçı teknesindeki deniz emekçilerine..
İsterdim bu yazıdan sonra, denize bir kına gibi kızıllığını yayarak batmaya yaklaşmış akşam güneşini, Fatsa iskelesinden seyretmeyi..
Ya da, bir bahar sabahında Vona Burnuna doğru bata çıka giden balıkçı teknesine, uzaktan da olsa el sallamayı..
Yalıköy’de bir çay bahçesinde denizden esen sabah rüzgarını içinin derinlerinde duyumsamayı..
Gelip geçen küçük balıkçı teknelerine el sallamayı
Zaten yaşam da güneşin doğuş ve batış parantezine sonsuzluk karşısında arada bir de olsa el sallamak değil mi?
ahh hocam öyle güzel anlatmışsınız ki; yaşamı, insanı ve evreni. Zaten yaşam da bir pınar değil mi? Önemli olan bu pınarın berrak suyundan kana kana ve suyun tüm güzelliğini duyumsayarak içmek değil mi? ve gerçek güzelliğin, bu pınarın gizeminde saklı olduğunu bilmek ve hissetmek..
işte tüm bu güzellikleri hissetmeyi, paylaşmayı ve çoğaltmayı başarmak, çalışmak, üretmek..
evrensel olarak barışa, huzura, adalete, eşitliğe ve özgürlüğe doğru..