İnsanlar yaşlandıkça, hele de erken bunama vaziyetleri hâsıl oldukça, yakın geçmişten çok eskileri daha iyi hatırlarlarmış… Bizimkisi de o hesap, eskilere dönüverdim birden, faiz üzerine Sayın Başbakanla Merkez Bankası başkanı bir birine girdiler ya medya üzerinden…
Efendim şöyle, benim çocukluğumun geçtiği 1970 yıllarda, kırsal kesimde, faizciliğe de, faizcilik yapana da iyi gözle bakılmazdı. Ama köylü dara düştüğünde faizcinin kapısını aşındırmadan da duramazdı… Çünkü “kuru para” onlarda… Bazen mal mülk olsa da gani, insanın başına her şey gelebiliyor, ha deyince eşten dosttan para bulmak her zaman mümkün olmuyordu. Yani kötüledikleri faiz, aşağıladıkları tefeci bazen kurtarıcı oluyordu. O zamanlar bankalardan ha deyince “ihtiyaç kredisi” kredisi alabilmek de ne mümkün… Faizci de utanıyor aslında yaptığı işten, yaptığı işin ortalığa dökülmesinden, ulu orta konuşulmasından rahatsız olurdu. Ama köylü veya esnaf bir iki faizciyle tanış olmaktan da geri kalmazdı. Tefeci bir nevi kara gün “dostuydu”(!).
İki tür faizci tipi hatırlıyorum gördüklerimden ve duyduklarımdan. Birincisi şehirde oturup ticaret yapan, genellikle köylünün ürününü alan faizci, ikincisi köyde oturup toprağı geniş, kaldırdığı ürün bol olup ihtiyaç fazlasını biriktirip yastık altında tutabilen faizci. Birinci tip faizci biraz daha rahattı, çünkü gerekçesini ticaretin “fıtratına”, sistemine dayandırıyordu. Faize verdiği para aslında onun değildi, ondan daha büyük tüccarın parasıydı. O da ona faiz veriyordu. O da büyük tüccara faiz vermezse para bulması nasıl mümkün olacaktı? Hatta birisi biraz fazla para istediğinde kasayı açıp hemen vermez, bir gün verirdi, zaman isterdi para bulmak için…
Köydeki faizci ise, hısım akrabası olan kendi köylülerine faiz vermekten çok, yabancılarla çalışmayı isterdi. Çoğu da tüccarlara verirdi parasını faize… Çünkü hısım akrabaya verilen faize paranın zamanında geri gelmeme riski de vardı.
Tüccar tefeci faize verdiği paranın karşılığında genellikle açık senet (tarihsiz) alırdı köylülerden. Köylüden üretici faizcinin senet alması da pek hoş karşılanmazdı, “güven” hissiyatı nedeniyle… Bu nedenle “zamansız” ölen birçok üretici faizci, ölümüyle birçok “garibanı” da sevindirirdi (!).
Sistem birçok yaraya merhem olduğu gibi, birçoğunun da yerinden yurdundan olmasına neden oluyordu. Lakin hep var olmuştu, camilerdeki vaazlara, toplum içindeki aşağılamalara inat… Şöyle bir menkıbe anlatırdı imamlar faizin haram olduğuna dikkat çekmek için: Mümin bir zengin hacca gidecektir. Keçisini bir köylüye emanet eder. O zamanlar hacca gitmek yaya olarak aylar sürüyor. Aylar sonra geri geldiğinde köylüye gider keçisini almak için. Köylü keçi ve yanında bir oğlakla gelir. Artık hacı olmuş mümin adam bu nedir der. Köylü keçisinin geçen süre içinde yavruladığını söyler. Köylüde her ikisine de bakmış, yavruyu da büyütmüştür. Hacı keçisini alır, yavruyu köylüye bırakır. Ben giderken sana bir keçi emanet ettim, şimdi yavrusu ile geri alırsam bu faize girer, haramdır, yavru senin hakkındır, der…
……….
Sonra faizin ekonomideki, ticaretteki işlevi ile iktisat kitaplarında karşılaştım ben… Faiz en basiti ile paradan bir süreliğine vazgeçmenin bedeliymiş meğerse… Faizi belirleyen ise piyasa şartlarıymış, yani paraya olan arz ve talep… Mantıklı ve masumca gelir bu bana, öyle ya faizci sana zorla paramı al kullan, ihtiyacını gör (!) demiyor ki… Sonra nominal faizi, reel faizi öğrendik… Meğerse her faizci bu işten kazançta sağlayamayabiliyormuş… Nominal faiz enflasyonun altında kalırsa zarar bile edebiliyormuş; bu durumda faize para alan karlı (!) çıkabiliyormuş…
Bu faiz gerçeği ile günlük yaşantımızda en iyi Özallı yıllarda tanıştık… 70 cente muhtaç olan devlet dışarıdan para bulamayınca içeriye yönelmişti rahmetli Özal’la beraber ve 12 Eylül generallerinin desteği ile… İçeride devletin paraya talebi artınca faizler yükselmişti. Tefecilerin adı artık “banker” olmuştu şehirlerde… Emekli ikramiyesini alan, evini satan, işyeri lağveden bankere koşuyordu. Banker parasını bankalara veriyor, bankalar devlete… Devlet vergileri çeşitlendirmeyi ve almayı bilmediğinden vergi ve elindeki KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) gelirleri ile yüksek faizli paraları zamanında ödeyemeyince para basmaya başlıyor. Enflasyon yükseliyor, reel faizler enflasyonun altında kalıyor, nominal faizler yeniden yükseliyor… Nominal faizle reel faiz ayırımını bilmeyen halk zahiri bir saadet zincirinde zahiresinin eridiğinin farkına varamıyor… Bankerler de iyi bir analizci ve ekonometri hesaplamalarını bilmediklerinden bu saadet zinciri 2-3 yıl içinde “banker krizi” ile sonuçlanıyor. Bankerlerdeki paralar buhar oluyordu.
Ama mütedeyyin bir kesimde faize direnmeye çalışıyordu. Ya malını peşin satıyor veya vadeli veriyordu. Zaten dinen (İslam ve Hıristiyanlıkta genelde haram, Yahudilikte ise Yahudilerin birlerinden faiz alması haram) haram olan faiz her şeyin müsebbibi sayılıyordu. Hâlbuki faiz bir neden değil sonuçtu… Halk arasındaki bir deyimi bir nebze argodan arındırarak söylemeye çalışırsak, faiz, kamışı testislerine denk olmayanın poposuyla trampet kalmasından başka bir şey değildi…
Faizin, aramıza, bu derece nüfuz etmesiyle birlikte, Keynesçi iktisatçılarımız gözden düşerken, Friedmancı iktisatçılar yetişmeye ve popüler olmaya başladılar. ABD’de (Reagan dönemi), İngiltere’de (Thatcher dönemi) mucizeler yaratan monetarizm iktisat politikaları bizde neden mucize yaratamasındı ki? Bizde yarattığı mucize çalışmadan faizle geçinmek isteyen rantçı orta alt sınıf yarattı. Ve devletin bütçe açığı ve dış ticaret açığı nedeniyle enflasyonu zenginleşme aracı gören “stokçu” tüccarları yarattı. Rantçılar ve stokçu orta sınıflar ekonomik krizlerde giderek erirlerken, bu ikisini bir arada denge yürütebilenler ayakta kalabildiler.
Bu ekonomik krizlerden ağzı yanan şehirlilerle, 1990’larda şehre kırsaldan yeni gelenler, kolayca anti-faizci partilere meyletmeye başladılar ve Milli Görüş 1990’ların ortalarında iktidar ortağı olacak kadar güçlendi. Lakin iktidar olmak faiz gerçeğini yok etmeye yetmiyordu. Binlerce yıllık faiz düzeni öyle sil baştan olmuyor hemencecik… Faiz ekonomide yok edilemeyince hangi faizin haram olduğu tartışılmaya başlandı. Fetvalar verildi: Enflasyonun üzerindeki faiz haramdı artık…
Mütedeyyin kesim faiz konusunda bocalarken, ortaya bir tez daha atıldı, insanların içini rahatlatan; Türkiye tam anlamıyla bir İslam ülkesi değildi ve hatta “darül harp”ti… Dolayısıyla faize Türkiye “darül İslam” oluncaya kadar müsamaha edilmeliydi… Ve İslam referanslı partilerde faize alıştılar… Bu dönemde gelişen faizsiz bankacılıkta, aslında, hülle yoluyla, mal yerine faturaları dolaştırarak “rant” bankacılığı yapıyorlar, yapmak zorundalar. Çünkü “artık para” artık metalaşmıştır ve her meta gibi “artık paranın” da bir piyasada bir değeri vardır. Buna ister faiz deyin ister kar payı, ekonomi bilimi bildiğini okuyor.
………..
Bugün kişilerin ve işletmelerin ihtiyaç fazlası “artık paraları” finans ve borsa sisteminde rahatça dolaşarak ve hatta küresel sermayenin “artık paraları” yerel sistemlere rahatça girip çıkarak ekonomiyi belirleyen en önemli unsur olmuştur. Ve faiz gerçeği, biriktirerek refahı artırma dönemini kapatmış, borçlanarak refahı artırma dönemini açmıştır.
Bu gerçek ışığında, bütçe ve dış ticaret açığı veren (kırılgan) ülkeler yüksek reel faiz ödemek zorundadırlar… Ekonomik risk (kırılganlık) paranın fiyatını yükseltmektedir. Onun için faizler, emir-komut ile düşmez. Düşürürseniz bir başka yerden maraza çıkar…
Benim ultra-önerim, içerimizdeki Kürtleri ikna edelim, Kuzey Irak Kürtlerini razı edelim entegre olalım Kerkük petrollerinin üzerine konalım. Petrol bitinceye kadar bu bize zaman kazandıracaktır. Petrol gelirlerinin önemlice bir kısmını AR-GE’ye ayıralım, günahla sevapla zaman kaybedeceğimize eğitime yatırım yapalım, teknoloji üretelim, öne geçelim… Yatırımları doğuya kaydıralım, çünkü sıcak yerlerde güneş insanı rehavete sokuyor, soğukta insan daha iyi düşünüp daha çalışkan oluyor velhasıl… Biraz daha “tüylenince” Orta Asya’ya uzanalım… 50 bilemedin 100 yıl sonra faiz veren değil faiz alan ülke olalım, değimli ki dünya zaten “darül harp” alanıdır… Nasıl ama?… J 05.06.2014