İnsanın Twitır'da 100 bin takipçisi olması ne ilginç. İnsan sokakta bile rahat yürüyemez; arkanızda 100 bin kişi. İnsan kendini tanrı bile zannedebilir. Hoş ki, tanrı Twitır'a gelse de bir hesap açsa ki buna gücü yeter, o bile bunalabilir; 100 bin kişinin veya 100 milyar kişinin onu tanrı zannettirmesine gerek kalmaz -zaten tanrıdır- bunalır tanrı. (…) Kısacası, takip edilmekten ziyade, bilinç duygu yolunda sessizce takip etmeyi yeğlerim; daha çok da kendimi.
Tanımlardan konuşur olduk çok. Demek ki hayat bizi itmiş. Kendini yaşıyor hayat. Kesin, bir çıktığı var. Ne tuhaf; ona cinsiyet tanımlaması yapmadan itti bizi. Hayat'ın çıktığı kim ve ne acaba? Havayla çıkıyor olabilir. Veya kuşlarla. Dağlarla da olabilir. Keşke bu kadar çok tanımlardan konuşmasaydık, bu kadar çok aforizma yapmasaydık; itti bizi hayat tanımlara ve onun aforizması olduk. Tutunamayanlar, itilenlere döndü. Kafka olduk, Atay olduk. Afor afor söyle şimdi. Üfür üfür söylerdik hayattayken.
Ruh Hastası olmakla ruhun hasta olması arasında bir çizgi var ama o çizgi ince midir bilemiyorum. Martılar güzeldir ama insan leşi buldular mı gözünü oyarlarda olduğu gibi…ondaki çizgiyi de bulamıyorum. Belki de çizgi yok. Hayal görüyorum. Belki de bir martının hayaliyiz. Yüksekçe bir binanın tepesinden bakarken Haliç'e mesela, “krak”larıyla aniden beliren martılara ben aniden belirmişimdir belki. Hepimize bakan, başka bir yüksekte binanın tepesinde bir martının topyekun düşüyüz belki. Şiir yazınca ben ruhumun hasta olduğunu anladığınızda, olayın topyekunu ruh hastalığı da olabilir. Aradaki çizgi zor. Var ama nerde.
Küçük bir böcek bile, sonsuzluk hissi veren güzelliği ve merhameti sunabilir bize.Kötülüğün sınırı ise kendinden yoktur zaten; her şekle de girebilmesi sebebiyle hiçbir şey onu tanımlamaya yetemez; yetemediği için bu kadar çok kötülük var ve belki de onu araştırdığımız için, deneysel bir saha olarak gördüğümüz için, farkında olmadan çoğaltıyoruz.
Zaman atlamaları olduğunda kafanızın içinde, kafanızın içinde bir şey hazırlık yapıyordur yeni bir şey için… Ya da canı sıkılmıştır, kayıtlarla dama oynuyordur kendince ve kendiyle…(…) Şu dakikada saatin 22.05'ten nasıl 23.24'e geldiğini anlamamış olmam, bu saatler arası neler olduğunu hatırlamıyor olmam ürkütüyor beni. Ya bir cinayet işlediysem? Peki ya kendimi öldürmeyi denediysem?..
"Sevgi dolu" demek… hele de biri için ifadeyi kullanmak, onu öldürmek anlamına geliyor gibime geliyor. Ağzına kadar dolu, işi gücü sevgi, her şeyi sever. "Sevgi dolu"nun değil bir insan için kullanılması devren yok edilmesi gerekir. Kim dolduruyor, neyle dolduruyor. Kafamızdaki "Onun sevgi dolu olması" tanımı, onun kızamayacağı anlamına da zorluyor kendini. Coşkunluk ayrı bir şey ama. "Hayat dolu" demek daha insaflı, bir insana sıfat üfürürken. "Hayat dolu" demek, onda her şey olabileceği anlam tanımına gelir. Hayat doluyum, öyleyse zaman zaman sevgi de duymayabilirim. Gerçekçi oldu bu. Her şeye sevgi duymak zorunda değilim. Sapıkça bir şey bu. Huylanıyorum.
Son zamanlarda okuduğum üç yazar: W.Wolf, Kafka, K.İskender.
Bir şeyden korkmaya başladım;fakat bu korkumun tatlı bir heyecan bileşeni de var ağır basan… Bu, detayları özgür kuşlara döndürmeyi başaran yazarlar… bir şey arıyorlar; bulduklarını iddia etmiyorlar: tek bir kelime, hürlüklerini onlara teslim edip, onları azad edecek bir kelime. Dünyevi varlık görüngülerinin, pırıltılarının, zevk ve sefanın uzağındalar bu insanlar, sanıldığının aksine.
Özgürlük hissini, etrafındaki insanlara fark ettirmeden veren insanlar vardır. Bunu veren sizseniz, her zaman iyi bir şey olmadığını bilecek kadar tepenize pislendiği de olmuştur. Özgürlük değil, onun hissi bile bazı insanları ayrıca ruh hötürüğü eder.
Bazı insanlar ne kadar karışık; Taksim gibi. Herkesten, mesela her yazardan binlerce söz, dolaylarında. Dağılmışlık mı bu? Küçüklük mü bu? Korkaklık mı bu? Profil resimlerine Gölge de eklesek, insanları kendine getirsek. İnsanın gölgesi çok işe yarar günlük hayatta. İstinat duvarıdır gölge. Ben hariç, kimse bilmiyor.
Mesajlarımın birkaç tanesinde Berlin kelimesi geçtiydi. Birkaç saat içinde Facebook duvarımın sağındaki reklam sütununda "Berlin'e ekonomik Uçuşlar" şeklinde reklamlar çoğalmaya başladıydı. 7-8 gün sürdüydü reklamlar. Fakat Berlin'e gitmedim. Böylelikle Facebook'un Reklam Sistemini kandırmış oldum. Sen benim profil bilgilerimi ve dahası, mesajlarımı "kurcalan" mı Facebook! Ben de seni kandırırım böylece. Dahası: video başlarında cinsiyetin kadın mı erkek mi? sorusuna kadın cevabı veriyorum; yine kekliyorum sistemi. Google, gmail ise bazen hangi ilde olduğumu soruyor; Hakkari, diyorum, yine kekliyorum. Bak bak, şimdi de "kadınları çildirtin," afrodizyak reklamları çoğaldı. Profilimden bakıyorlar; bekarım ya. Benim, kadınları sinirden çildirtmam için afrodizyak gerekmiyor; doğal bir özelliğim var zaten.
Okur'un yazarı didiklemek gibi bir görevi var sanki; yazılanı değil; hatta, etkileşim kelimesini anmak bir lüks zihinler için. Okumak, alım değildir. Okumak… ve sonrasında onun hayatını çok farklı köklü meraklarla takip etmek… ve sonrasında olan şey: eylemsizlik; kişisel ve toplu insani eylemsizlikler. Çok okumaktan ziyade, okumanın işlevi üzerine düşünmemiz gerekir. Her yerde kol gezen "Dedikoducu merak"ın adını, sevdiğimiz yazarın hayatını merak etmek olarak değiştirirsek, ve sonrasında zihinde popüler bir şeyler olsun popülarizmiyle bilgi alımına- sadece düzgün konuşabilme faydasına götürürsek işi, rölanti bir eylem olur bu. Duruş. (…) Halbuki, sömürü makineleri, sömürü fabrikaları, sömürü .. yani karşıtlarımız harıl harıl eylemler içerisinde. Bana sabah sabah kampanya mesajları gönderen servisler, benim nasıl ve kadar süre konuşacağımı dahi söyleme cüretinde bulunuyor. Bu, onların örnek büyük eylemlerinden biridir. Kendimize entelektüelce bu durumu izah edebilmemiz bir eylem olmuyor; sömürüye katkı oluyor. Senin baz istasyonlarını havaya uçururum demek ve bunu yapmak; okumanın faydası ve gerçek işlevi bu oluyor.
Sanal sosyal mekanlar, aforizmal mekanlar, yapay zeka, düşüncede cinsiyetsizliğe de götürüyor bizleri. Evren içinde başka gezegenlere de vardığımızda sadece düşünceler konuşacak. Yemek de yemeyeceğiz artık. Düşünsel olarak üreyeceğiz. İyi gibi aslında. Bunun kökleri var aslında bizde: birbirimizin yanında olamasak bile zaten birbirimizin düşüncelerinde yaşamıyor muyuz-muyduk? Zaten etten sıkılmıştık, olmasa da olur'u ha dedik ha diyeceğiz. Ha.