Ayça’nın morali çok bozuktu. Kız kıza dertleşmek üzere evime gelmişti. Çok dertliydi ama henüz anlatmaya başlamamıştı sorununu. Sabırla anlatmasını bekliyordum. Oysa Ayça mutfağa dalmıştı. Buzdolabımızın kapısını sonuna kadar açarak dolapta ne var ne yoksa çıkarıp masanın üstüne yığmıştı. Kontrolünü kaybetmişti adeta… Ne bulsa yiyordu. Önce sesimi çıkarmadım, sonuçta ev sahibiydim. Sustum ama bir yere kadar yani… Biliyordum ki bir süre sonra kilo aldım diye başımın etini yiyecekti. Ayçe gerçekten çok güzel bir kızdır. Uzun, gür ve sarı saçları lepiska gibidir. Siyah ve gür kirpikleriyle çerçevelenen hafif çekik gözleri yemyeşildir. Boyu bir yetmiş beş, kilosu ise altmış beştir. Altmış altı kilo olunca rejime başlar. O bir kiloyu verene kadar da başımın etini yer. Bu nedenle acilen yiyeceklere saldırmasına müdahale etmeliydim. Sonunda dayanamadım:
-Açlığın mı deşildi ya Ayça, yahu korkuyorum ki beni de yiyeceksin!
-Öfkemden, sinirimden ne yaptığımı biliyor muyum ben? Kulağıma gelen bir haber beni çıldırttı. Eski sevgilim evleniyormuş bu hafta sonu…
-Sakin ol, medeni davran biraz canım ya! Belki düğününe de davet eder seni…
-Eski sevgilim beni düğüne davet ederse birlikte çektirdiğimiz fotoğrafı dörde bölüp çeyreğini eşine takacağım. Sadece hafta sonu evlenecek diye duyum aldım. Nerede, saat kaçta, cumartesi mi yoksa Pazar mı bilmiyorum. Bu kadarını söylediler bana.
-Sen de bir âlemsin vallahi… Bitmiş işte… Adam çoktan bitirmiş seninle olan ilişkisini. Yeni bir ilişkiye başlayalı aylar olmuş. Sözlenmiş, nişanlanmış üstelik bu hafta sonu da evleniyor. Biraz hazımlı ol, hala hazımsızlık çekiyorsun.
-Sen kimden yanasın söyle bakayım? Yani susup durumu kabulleneyim mi? Dayanamıyorum, mümkün değil, dayanamıyorum. Ben ondan önce evlenebilseydim bu kadar içim acımazdı ama ondan sonra kimse girmedi ki hayatıma… Ben orada beni terk ettiği yerde çakılı kaldım.
-Lütfen Ayça, ağlama ama böyle yaparsan ben de dayanamam ağlarım. Sil gözyaşlarını. Yeni bir hayata başla. Farz et ki o adam hiç olmadı. Yok! Yaşamıyor, ne bileyim sil işte onu.
-Sana göre kolay tabii Berna… Senin tuzun kuru!
-Hadi canım sen de… Nereden biliyorsun tuzumun kuru olduğunu?
-Biliyorum işte! Yoksa böyle kolay unut demezdin.
-Benim de ayrılıklarım oldu. Bittiyse bitmiştir. Noktayı koy ki gelen büyük harfle başlasın. Sen bir türlü nokta koymuyorsun ki! Hep virgüllerle uzattığın tek cümlelik bir roman yazıyorsun. Bilmem farkında mısın?
-İçelim Berna lütfen içelim, unutalım.
-Canım ben içki içmiyorum. Çeşme suyuysa kastettiğin olur, içelim tabii. Çay da olur. Bak bir söz var: “Rakı ile kahve arasındaki fark; rakıda geçmiş, kahvede gelecek konuşulur. O sebepten sadece çay içiyorum. Bugünü konuşup anı yaşıyorum.” Ha canım arkadaşım güzel bir söz daha söyleyeyim sana: ”Rakı, yeni olsa da kadehler, hep geçmişe kalkar.”
-İçmiyorsun ama maşallah rakıyla alakalı bilmediğin söz yok! Yahu Berna, bir de benle alay ediyorsun. Pes yani! Bana yardımcı ol. Nasıl unutabilirim onu söyle!
-Kelin ilacı olsa önce kendi başına sürermiş. Ben de Selim’den ayrıldığımda ne acılar çekmiştim unuttun mu? Zamanın kabuk tutturmayacağı yara yok. Şimdi gülüp geçiyorum. Değmeyen biri için döktüğüm her damla gözyaşıma bin kez yazık… Ne oldu, üç ay sonra Mahmut çıktı ve bana Selim’i unutturdu. Mahmut cömert… Selim gibi romantizm ayağına simit alıp deniz kıyısındaki banklarda kemirmiyoruz. En güzel lokantalara gidiyoruz. Sandalyemi de çekiyor. Bir prenses muamelesi görüyorum hep… İyisini görmeyince kötüsünü bir şey sanıyor insan… Belediye otobüslerinde tıklım tıklım kalabalıkta itişe kakışa yolculuklara da son… Çocuğun iyi kötü arabası var. Nereye gidiyorsak arabayla gidiyoruz. Böyle mutluyuz biz… Selim gibi “Hayat müşterek aşkım, bende para yok. Sende varsa sen öde.” devri de kapandı. Mahmut, hesap filan ödettirmiyor bana… “Gelen, gideni aratır.” derlerse de inanma. Anneannem “İt bırakır, aslan kapar.” der. Kıymetini bilmemiş. Sen hala onun için yanıp tutuşuyorsun.
– Perişanım Berna!
-Sıkma canını. Yemişim aşk acısını. Sen hiç ayağının serçe parmağını sehpaya çarptın mı?
– Offff!
-Mahmut’u arayayım da bizi çay bahçesine götürsün. Semaverde çay da bambaşka canım… Orada sıkma ve gözleme de yapıyorlar. Taze taze anında geliyor sımsıcak yumuşacık…
-İyi ki varsın canım. İnşallah deniz havası moralimi düzeltir.
-Hadi, elini yüzünü yıka da çıkalım.
Kapımın zili çaldı. Açtım kapıyı. Gelen Mahmut’tu. İçeri buyur ettim. Sımsıcacık gülümsemesiyle:
-Hadi kızlar! Hızır servisiniz yine yetişti. Ayça yeter, ağlama artık!
-Kusura bakma Mahmut; Berna’ya da sana da çok zahmet veriyorum. Moralim bozuk da…
-Önemli değil. Dostlar bu günler içindir. Hazırsanız hemen çıkalım. Arabayı biraz alengirli bir yere park ettim. Gerçi kapıcıya bıraktım arabanın anahtarını bir sorun olursa diye…
– Hazırız canım, hadi Ayça çıkalım.
Deniz kıyısındaki her zaman gittiğimiz çay bahçesine vardığımızda Ayça, kaba sesler çıkaran martılara bakarak tatlı tatlı gülümsüyordu. Yan taraftaki unlu mamuller dükkânından simit alarak martılara atmaya başladık. Kendimiz için de tahinli çörekler almıştık. Mahmut, semaver işini üstlenmişti. Çayın kokusu iştahımızı kabarttı. Mis gibi demli çay ve yanında tazecik tahinli çöreklerimizle çocuklar gibi şendik. Çayı içtikçe neşelendik. Adeta çocuklaştık. Hava kararınca Tantunici Göksel’e uğrayıp on tane tantuni yaptırdık, yemeğimizin yanında içmek üzere şalgam ve ayran aldık. Benim eve doğru yollandık. İştah açıcı bir sofra kurduk el elden. Sonra sanki kraliyet sofrasındaymışız gibi huzurla mutlulukla tantunilerimizi yedik. Ah şalgam! Başka şehre gittiğimde en çok özlediğim içecek budur.
Çerezlerimizi, meyvelerimizi de yedikten sonra yavaş yavaş uyuklamaya başladık. Mahmut, “Hadi kızlar ben gidiyorum.” dediğinde saat gecenin ikisine geliyordu. Ayça, çantasındaki sevgilisiyle el ele göz göze çektirdiği fotoğrafı arada bir çıkartıyordu ve bu romantik pozlarına iç çekerek bakıyordu. “Bu fotoğrafa bakmayı yasaklıyorum. Çabuk onu çantana koy ve bir daha da çıkarıp bakma lütfen!” dedim. İstemeye istemeye çantasına koydu fotoğrafı…
Ayça evimde konuk olarak kaldı birkaç gün… İş çıkışlarında Mahmut bizi alıyordu ve bol bol geziyorduk. O restoran senin şu pastane benim, bu kebapçı senin, o çay bahçesi benim derken gece yarılarına kadar yiyip içip eğleniyorduk. Benim evimde de bir film izleyip uyuyorduk. Böylece beş gün boyunca Ayça bende kaldı, Mahmut da bizi gezdirdi. Ayça’nın morali oldukça düzelmişti. Mahmut hayatımızı kolaylaştırıyordu adeta yorulduğumuz yere han yapıyordu.
Hafta sonu deniz kenarında mükemmel bir kahvaltı yaptık. Forum Alış-veriş Merkezine giderek kendimize yeni ayakkabılar, çantalar, elbiseler aldık. Moralimiz düzelsin diye kuaföre gittik. Kişisel bakımımızı yaptırdık. Saçlarımızı boyattık, yeni tarzlarda kestirdik, fönlettik. Son sistem makyaj yaptırdık. Onu bunu bilmem kalbi kırık bir kadın için alış veriş ve kuaför kadar moral düzelten başka bir şey bilmiyorum.
Kuaförden çıkışta Mahmut bizi aldı. Zaten son bir saattir kuaförün önünde turluyordu. “Ne zaman biter işiniz?” diye cepten araya araya akıllı telefonunun bile aklı gitmişti üstelik şarjını da bitmişti neredeyse… “Sizi Mersin Hilton’a kahve içmeye götüreceğim hanımlar!” dedi. Sevinerek kabul ettik. Lobiyi geçince kahve içilen alana gelmiştik. Ayça çiçeklere dokunarak “Yapma mı bunlar?” dedi. Büyük bir kısmı yapma çiçekti ama gerçek gibiydi hepsi de…
Sade kahvelerimizin yanındaki şamfıstıklı kuşlokumları çok lezzetliydi. Yaşadığımız her anın tadını birlikte çıkarmaya çalışıyorduk. Mahmut’un telefonu çaldı. “Kusura bakmayın kızlar!” diyerek biraz uzaklaşıp konuşmaya başladı. “Vay be kankam… Hayırlı olsun. Tabii gelirim de yanımda sözlümle onun kankası da var. Sorun olur mu? Tamam, az sonra oradayız.” dedi. Akabinde bize dönerek:
– Kızlar, bugün kankam evleniyor. Epeydir görüşemiyorduk. Biliyorsun ben İstanbul’dan döneli çok olmadı. Döner dönmez de bir güneş gibi doğdun hayatıma Berna’m herkesi unuttum vallahi… Kankamın düğününe gidelim hep beraber. Hem Ayça’nın da morali düzelir.
Çok mutlu olduk. Yaşasın zaten saçlar başlar kıyafetler on numara… Tam düğün havası… Arabamıza atladık ve düğünün yapıldığı salona doğru yollandık. Salonun önünde son model beyaz Mercedes gelin arabası bütün güzelliğiyle duruyordu. Üzerinde de gelinlikli bir bebek vardı. Arabayı öyle güzel süslemişlerdi ki imrendim. “Evleniyoruz.” yazısı öndeki plakanın üstünü kapatmıştı. Arkada ise “E” ile “T” harfleri kalp içine alınmıştı. “Mahmut, ben de böyle süslü bir gelin arabası istiyorum.” dedim. “Bizimki daha güzel olacak. Aşkım öyle bir düğün yapacağım ki peri masallarını aratmayacak.” dedi Mahmut… “Aslan Mahmut’um!” Aklıma bu söz nereden geldi ise birdenbire bu şarkı çağrışım yaptı.
Gülümseyerek salona girdik. Sonradan gelinin annesi olduğunu öğrendiğimiz siyah tuvalet giymiş zarif hanımefendi bizi güzel bir masaya oturttu. Bir kadın evladının düğününde ancak bu kadar zarif olabilirdi. Derince “V” yakalı ve üzerine hafifçe oturan sade tuvalet arkadan yırtmaçlıydı. Böylece daha asil duruyordu. Boynunda tek sıra iri inci kolye ve kulaklarındaki iri inci küpeleriyle göz kamaştırıyordu. Röfleli sarı saçları gevşek topuz yapılmıştı. “Canlarım, böyle güzel bir hanımın kızı da mutlaka çok güzeldir.” dedim. Mahmut da: “Çirkin olsa o kızla evlenmezdi ki kankam!” diye göz kırptı bana… Gelinle damat da davetlilere hoş geldiniz demek üzere masaları geziyorlardı. Davetliler de altın, para, döviz türünden yükte hafif pahada ağır hediyelerini gelinle damada takdim ediyorlardı. Gelinin arkadaşlarından biri takı torbası elinde genç çiftlerin peşinden seğirtiyordu. Arkaları bize dönüktü ve salonun diğer ucundaydılar. Nasılsa bizim masaya da geleceklerdi.
Mahmut: “Canım, kankamla görüşmeyeli neredeyse iki yıl oldu. Malum mastır olayı beni çok yordu. Çok şükür yüksek lisansımı bitirdim. Çağ Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak göreve başlayacağım nasipse… Arkadan biz de böyle nezih bir topluluk önünde evleniriz Berna’cığım…”
dediğinde Ayça ile ikimiz koro halinde “İnşallah!” dedik ve bütün başlar bir anda bize döndü. Önce birazcık utandık, sonra da kahkahayı patlattık.
Etraftaki davetlilere göz gezdirdik. Giysilerinin eleştirisini yaptık. Ayça bana, ben Ayça’ya dönerek İvana’nın Türkçesiyle “Bizimlesin.” veya “Bizimle değilsin.” diyorduk. Bir süre sonra bu oyundan sıkıldık. Önümüzdeki çerez tabağından fıstıkları seçip yemeye başladık. Ne kadar oyalandık bilmiyorum. Meğer gelinle damat masamıza kadar gelmişler de farkına varmamışız. O arada Mahmut ile kankası damat sarmaş dolaş olmuşlardı. Bembeyaz bir kuğu gibi süzülen gelin de bize tatlı tatlı gülümsüyordu. Ayça’nın gülen yüzü birden gerginleşti. Acele ile çantasını karıştırmaya başladı. Takı toplayan kız da takacağı takıyı çantasında aradığını sandığından gülümseyerek Ayça’ya yaklaştı. Ayça, sevgilisiyle birlikte çektirdiği romantik resmi dörde böldü ve herkesin şaşkın bakışları eşliğinde kaşla göz arasında ilk parçayı geline, ikinci parçayı takı torbasını taşıyan genç kıza, üçüncü parçayı gelinin annesine taktı. Son parçayı da damada taktıktan sonra damadın yüzüne tükürdü ve okkalı bir tokat atarak düğün salonundan fırladı.
Hepimiz şaşkındık. Mahmut, arkadaşına mahcup olmuştu. Şaşkındı, kızgındı. Üstelik bütün emeklerinin boşa gittiğini gördüğü için çok üzgündü. Bu rezaletten sonra üçümüz aceleyle salonu terk ettik. Her şeye rağmen Ayça, pişmanlık duymuyordu. Adeta büyük bir zafer kazanmış komutan edasındaydı. Başı dikti. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Makyajı akmıştı. Rimeli yanaklarından aşağı siyah yollar oluşturmuştu. Bense arpacı kumrusu gibi düşünmeye başlamıştım. Sanırım Ayça’nın yüzünden bizim de nezih düğün hayallerimizin sonu gelmişti.
HARİKA UFUK
ADANA
09.02.2016 SAAT: 17.30
Gelmez bence, güzel bir son olmuş, ayça’nın takısı tokat gibi olmuş, takısına sağlık…