Berberoğlu Hüseyin, yuvarlak yüzlü, basık burunlu, bembeyaz sakallı, heybetli bir ihtiyardı. Yaşı seksenlerdeydi. Arılarla uğraşması onu olduğundan daha dinç gösteriyordu. Yaşıtları, çenelerine bastonlarını dayayıp, boş bakışlarla sabit bir noktaya takılıp saatlerce cami avlusunda namaz vaktini beklerken Berberoğlu Hüseyin, devamlı çalışırdı. Arı kovanlarının yerini değiştirir, etrafındaki yabani otları çapalar, uğraşır, didinir, namaz vakitlerinde önce camiye, oradan da kahvehaneye giderdi. Çok duramaz yine arılarının başına dönerdi. Her sabah gün doğmadan kalkar; çimenlerin üzerinde biriken çiğ taneleri henüz buharlaşmadan kovanların yönünü kıbleye çevirirdi. Arılar delikten çıkıp kanatlarını açar, bir süre hazırlık yaptıktan sonra bilinmeyen yönlere doğru süzülürlerdi. Bütün çiçekleri tek tek dolaşıp kilometrelerce ötelerden bacakları çiçek tozlarıyla dolu dönerlerdi. Bu polenlere özel bir sıvı salgılayıp petekleri bal ile doldururlardı.
Köyde bahar da kış gibi çabucak geçer, henüz sırtı kıştayken önünü yaza çeviriverirdi. Tatlı günler yerini sıcak yaza bırakınca kovanlar balla dolmaya başlardı. Çalışkan bal arıları, zengin Akdeniz bitki örtüsünün sayısız türlerinin kokusunu her gün kovana taşırlardı.
Karaağaç, püren, yabani gül, alıç, karadut, hatta azgan dikeni ve boruk çiçeklerinin sunduğu zengin ziyafet sofralarının müdavimi işte bu bal arılarıydı. Çalışkan arılar, o çiçek senin bu çiçek benim dolaşırken arkalarına pek çok düşmanı da taktıklarının farkında olamazlardı. Arı kuşları, kertenkeleler, yılanlar hep bu günleri beklerdi. Eşek arıları ise en amansız düşmanlardı. Bu turuncu renkli, kocaman iğneli “Eşek Arıları”, şüphesiz sadece arıların değil arıcıların da korkulu rüyasıydı.
Kovana dadandılar mı bir tek bal arısı bırakmaz öldürürlerdi. İçeri giremeseler de kovanların girişinden çıkan arıları toplarlardı. Arıcılar kahvehanede hep bir masada otururlar, sohbet konuları özellikle ve daima arılar ve düşmanları olurdu. Bu günlerde sohbetlerin ağırlık noktası özellikle de eşek arılarıydı…
Selim oğlu Akif “Arı kuşları ve el öpen kertenkeleleri kovanlara çok zarar veriyor. Ben tüfekle avlıyorum. Kovanlara yaklaştırmıyorum. Ama eşek arılarına çare yok. Köküne kıran giresiceler! Sandığın deliğinde bekliyor kâfirler! Ben bunun bir çaresini bulamadım Berberoğlu” dedi. Berberoğlu’nun eşek arılarını yok etmek için aklına gelen bir çare vardı ama… Kendi kendine “Bakalım bunları tüketebilecek miyim? O kadar da çoklar ki!” diye söylendi. Komşu çocukları Osman ile emmisinin oğlu Selahattin çok iyi arkadaştılar. Osman, dik saçlı, yuvarlak yüzlü, pembe-beyaz tenli, Selahattin ise kavruk yüzlü, zayıf, ince, gelincik gibiydi. İlkokulu yeni bitirmişlerdi. Osman, Adana İmam-Hatip Okulu’na gidecekti.
Selahattin’in o şansı yoktu. Varlıklı değillerdi çünkü. Babası da istemiyordu zaten. Günlerdir iki kafadarın canları çok sıkkındı. Harçlıkları hiç yoktu. Zaten köy çocuklarına o zamanlar çok harçlık verilmezdi. Ailelerinden para alabilmeleri için ya sünnet olmaları ya da düğün ve bayramları beklemeleri gerekirdi… Canları tatlı çekince meyve yerlerdi. Köyde bahçeler meyve dolu insanlar da cömertti. Yaz meyveleri herkese sebildi.
Ama onların dertleri daha başkaydı. Şeyettirici Mehmet’in köy meydanındaki mütevazı dükkânında buzlu karsambaç yemeyi canları o kadar çekiyordu ki… İç geçirdiler. Harçlık bulmalıydılar… Ama nasıl? Serin dut gölgesinde sapanlarının lastiğini değiştiriyorlardı. Komşuları Berberoğlu Hüseyin de arıların başındaydı. Çocukları yanına çağırdı. Koşarak gittiler. Çünkü büyüklere saygının ve itaatin henüz yitirilmediği yıllardı. Yumuşak, ümit veren bir ses tonuyla, gülümseyerek “Çocuklar size bir iş söylesem yapar mısınız?”Bu işten hem harçlığınızı çıkaracak hem de bana yardım etmiş olacaksınız.” Çocuklar birbirine bakıştı. Bekledikleri fırsat, beklemedikleri yerden gelmişti. Akıllarının ucundan dahi geçirmedikleri bir işten para kazanacaklardı.
Berberoğlu Hüseyin işin ayrıntısını anlattı “ Benim arı kovanlarıma musallat olan eşek arılarını öldürüp bana getireceksiniz. Beraber sayacağız. Eşek arısı başına beş kuruş vereceğim, ne dersiniz? Şimdiden tezi yok, koşun eşek arısı avlamaya!”… Çocuklar sevinçten yerlerinde duramıyorlardı. “ Tamam, Hüseyin Emmi” deyip savrulurcasına köşeyi döndüler. Avludan atlayarak taş duvarların arkasında kayboldular. Biraz sonra dipten doruğa silahlanmışlardı. Başlarında sazdan örülmüş sepetler, ellerinde iğne yapraklı birer selvi dalı… Yanlarında “Nislik” denilen ahşaptan yapılmış davul şeklinde boş pekmez küleği… Avlanmak için her şey hazırdı.
Kendileri zaten dünden hazırdı… Eşek arıları eski köy evlerinin saçaklarında, terk edilmiş harabelerde, taş duvarların oyuklarında, içinden pekmez yapılıp ağıl dibine atılmış boş karpuz kabuklarının içlerinde çok olurdu. Hemen aramaya koyuldular. Aslında çocuklar için son derece tehlikeli bir işti eşek arısı avlamak. Bu cins arılar “Ocak” denilen oyuklarda topluca yaşarlar, hele kızgın güneşin altında yuvalarına kimseleri yaklaştırmazlardı. Yakınlarından geçmek için gerçekten çok büyük cesarete ihtiyaçları vardı. Çocuklarda cesaret fazlasıyla vardı. Arzuları bu cesaretlerini kamçılıyordu. İstedikleri yiyecekleri özgürce alabilmek ümidiyle önlerine çıkan her engeli aşmaya kararlıydılar. İlk karşılaşmalarında biraz acemilik çektiler. “Arının deliğine çöp sokmak(!)” deyimini bilmiyorlardı henüz. Kalın taş duvarların oyuğunda rastladıkları yuvaya çomak sokup kızıştırarak delikten çıkmalarını bekleyeceklerdi.
Uzunca bir çubuk buldular, deliğe sokup karıştırdılar. Arılar delirmiş gibi vınlayarak ardı ardına çıkmaya başladı. İkinci Dünya Savaşında gökyüzünde binlerce uçağın görülmesi gibi her yer arı oldu. Vızıldayarak saldırıyorlardı. Bir anda etraflarında yüzlerce eşek arısı uçuşmaya başlamıştı. Hemen yere yatıp hareketsiz beklediler. Arılar sakinleşince koşarak oradan uzaklaştılar. Yorulmuşlardı. Bir ağacın altına oturup dinlenirken aralarında tartışıp karar verdiler: Daha kolay ve tehlikesiz yerlerde avlanacaklardı. O gün epey yer dolaştılar. Gördükleri yerde arılara birkaç kere vuruyorlar, öldüğünden emin olduktan sonra kanatlarından tutup kutuya dolduruyorlardı.
İkindiye doğru yorgun, bitkin, nefes nefese Berberoğlu’nun yanına geldiler. Berberoğlu arıların yanında uzunca, kuru bir dut kütüğünün üstüne oturmuş “Serkisof” marka Rus yapımı köstekli saatine bakıyordu. Çocukları görünce saati yeleğinin cebine soktu.”Gelin bakalım çocuklar, ne kadar öldürdünüz sayalım?” Arılar sayıldı. Kırk civarında eşek arısı getirmişlerdi. İki liraya çok sevindiler. O zaman için bu iyi bir paraydı. İki karsambaç yeseler bile paranın yarısı artıyordu. Kısa bir tartışmadan sonra artan parayla da kaymaklı bisküvi almaya karar verdiler. Köy meydanına koşturdular. Çok seviniyorlardı. Artık harçlıksız kalmayacaklardı.
İlk hedef Şeyettirici’ydi. Berberoğlu’nun kovanlara dadanan, bal arılarını yiyerek yok eden eşek arılarından kurtulamayacağını anlaması uzun sürmedi. O kadar çok eşek arısı vardı ki, buna ne kendi parası yeterdi ne de çocuklar bu arıları avlayarak tüketebilirdi. “Ama başladık bir kere, sonuna kadar gideceğiz” diye umutsuzca söylendi. Zaman içinde Osman’la Selahattin hem savunmada hem de saldırıda yeni teknik ve taktikler geliştirdiler. Şöyle ki: Başlarına birer çuval geçiriyorlar arılara öylece yaklaşıyorlardı.
Osman, önceden tespit ettikleri taş kovuklarına ağzına su alıp dudaklarıyla püskürtüyordu. Kanatları ıslanan arılar dışarı çıkıyor, isteseler bile uçamıyorlardı. Selahattin de çalı süpürgesiyle saldırıya geçiyordu. Berberoğlu’na her gün bir kutu öldürülmüş eşek arısı götürüyorlar, harçlıklarını alıp doğruca köy meydanına gidiyorlardı. Darendeli Mehmet’ten lokum bisküvi, Kara Cemil’den yaz helvası alıyorlardı. Öyle ki artık Şeyettirici Mehmet bile çocukları uzaktan görse hemen buz kalıbının başına geçip rendelemeye başlıyordu. Aradan bir hafta geçince tükenmez bir hazine zannettikleri eşek arıları azalmaya başladı. Artık yakın yerlerde arı kalmamıştı.
İki kafadar tekrar baş başa verip yeni çareler aradılar. Harçlıkları kesilsin istemiyorlardı. Eskilerden duymuşlardı “Arı Taşı denilen kayalıklarda yabani bal arıları yaşardı.”Arı bulunan her yerde -doğal olarak- bala dadanan eşek arıları bulunurdu.” Köye çok yakın yerdeki bu kayalığa ulaşmak zordu. Önce “ Keçiyolu” denilen bir patikadan dağın zirvesine yaklaşmak, oradan da kayaların en sarp yerinde bulunan arı kovuğuna ulaşmak gerekiyordu. İkindiye doğru yola çıkmışlardı. Çocuktular. Arı taşı Çeşmesi’nden su içtiler. Selahattin, büyükçe bir kaplumbağa iskeleti buldu. Çeşmenin folluklarında onu yüzdürmeye çalıştılar. Oyuna dalmışlardı.
Oysa akşam olmadan zirveye ulaşmalıydılar. Dağın gölgesi çabucak aşağı inerdi. Aşağı indikten sonra ise akşam sinsice yaklaşır, gecenin karanlığı sizi yakalayıverirdi. Patikada yürümekte zorlanınca daha da geciktiler. Zirvedeki kayalığa vardıklarında güneşin feri kalmamıştı. Eşek arıları -tek tük- uzaklardan gelip kayadaki uzunca bir yarığın içine giriyordu. Osman, kaya çıkıntılarına tutunarak yukarıya tırmanmaya çabaladı. Öyle bir yere gelmişti ki artık tırmanması imkânsızdı. Aşağı baktı, gözleri kararır gibi oldu.
Heyecanlandı. Dizleri titremeye başladı. Geri inmek için aşağıdaki kayaya basmaya çalıştı. Bacakları titriyordu. Ne aşağı ne yukarı… Kayada asılı kalmıştı. Selahattin yardım için telaşla aşağı indi “Kimse yok mu, Osman yukarıda kaldı, kayadan inemiyor. Koşun kurtarın!” diye bağırmaya başladı. Patika yoldan aşağı doğru şuursuzca koşuyor, birilerini arıyordu. Yakından sürüleriyle geçen iki çoban bir solukta patikadan koşup arkadan dolanarak kayalara tırmandılar” Korkma, yerinden kıpırdama!” diye bağırdılar. Yukarıdan yaklaştılar, kollarından tutup çocuğu yukarı çektiler.
Osman’ın benzi sapsarı olmuştu. Su içirdiler. Hep böyle yapılırdı. Korkan çocuklara, ödü patlamasın diye su içirilirdi. Aşağı yola kadar bitlikte indiler. Onlar uğraşırken güneş batmış, gece olmuştu. Ellerinde gemici fenerleriyle aileleri çoktan çocukları aramaya çıkmıştı. Akşamüstü Arı taşı tarafına geldiklerini görenler olmuş, ailelerine söylemişlerdi. Babaları, Osman’la Selahattin’e çok kızdılar. Sorumluluklarını hatırlattılar(!) Sabah buluşan çocukların bütün derdi artık harçlıklarını çıkarabilecek yeni yollar aramaktı. Arılar azalmıştı ama bir yolunu bulmalıydılar… Mücadeleden vazgeçmek niyetinde değildiler.
Yarım saattir ağızlarını bıçak açmıyor, çıtları çıkmıyor, Osman elindeki çöple yeri karıştırıyordu. Selahattin“Buldum Emmioğlu!” dedi. “Hem öyle bir yol buldum ki şeytanın bile aklına gelmez.”Osman ilgilenmiyor gibi yaptı. Selahattin’in bir çare bulacağından umudu yoktu çünkü. Selahattin,“Emmioğlu Berberoğlu’na arıları sattıktan sonra bir yere gizlenip gözetleyeceğiz. Bu adam eşek arılarından ilaç yapmıyor ya. Muhakkak bir yere götürüp atıyor.
Arıları döktüğü yeri öğrenirsek, tekrar toplayıp kendisine geri satabiliriz. Yani bir taşla iki kuş vuracağız.” Plan Osman’ın da aklına yatmıştı.”Yamansın emmioğlu” dedi. Son eşek arılarını da Berberoğlu Hüseyin’e götürüp satınca, kaba taştan örülmüş duvarların arkasındaki Fatmagüller ’in içine gizlendiler. Bu bitkiler rengârenk çiçekleriyle doğayı süslemekle kalmıyor üç metreye yaklaşan boylarıyla çocuklara güvenilir bir evsin yeri de sağlıyorlardı. Bekledikleri gibi Berberoğlu ölmüş eşek arılarını bir kutuya koyup biraz ilerideki kayanın dibine döküp geri geldi. Namaza gitmesini beklediler. Çok geçmeden ezan sesi ağustos böceklerinin sesine karıştı… Çocuklar koşup eşek arılarını birer birer topladılar. Bir kaç tane de kendileri avlamıştı. Berberoğlu namazdan dönünce kutuyu önüne koydular. Çocukların yürekleri Küt… Küt atıyordu. Yaptıkları işin çirkinliğini onlar da biliyordu.
İhtiyar uzunca bir süre arılara baktı, sonra“Ulan çocuklar sayalım bakalım kaç taneymiş?” Arılar sayıldı. Berberoğlu otuz dokuz arı için” Ben otuz dokuz saydım ama düz olsun kırk parası ödeyeceğim” diyerek çocukları sevindirdi. Bu iki afacan harçlıklarını daha kolay kazanmanın yolunu bulmuşlardı. Sevindiler, bir birlerine bakıp gülüştüler. Osman, Selahattin’in koluna hafifçe dürterek “Çok gülme ulan, Berberoğlu anlayacak sonra!” diye anlamlı baktı. Köy meydanının yolunu tuttular… Çocuklar bu yolla Berberoğlu’ndan birkaç defa daha harçlık almayı başardılar. Ama arılar pörsüyüp buruşunca ihtiyar anlar diye bir daha hile yapmadılar.
Aradan geçen yıllarda Osman öğretmen oldu. Berberoğlu da iyice yaşlanmış, eskilerin deyimiyle “Piri Fani” olmuştu. Artık yatağa bağımlı hale gelmişti. Osman bayramların birinde el öpmek için gittiği Berberoğlu’na durumu anlatıp yaptıkları işin mahcubiyetiyle özür diledi. Berberoğlu da “Ah oğlum söylediğinize bakın! Büyükler küçükleri hep affeder. Onlara yol göstermek zorundadırlar. Ben de itiraf etmeliyim ki baştan beri durumu fark etmiştim. Aslında “Eşek arıları” bahaneydi. Sizler vatana, millete hayırlı evlatlar olacaktınız, biliyordum. Benim de bunda bir payım olmalı diye düşündüm. Size başka türlü nasıl harçlık verebilirdim ki?”…
Ali Ayaz,
17 Ocak 2018,
Adana