Hep şu iki görüş arasında sıkışıp kaldık: İlk tez soykırım tartışmasını yadsıyan bir içeriğe sahiptir. Türkiye toplumunun ezici bir çoğunluğu ve devlet aygıtı 1915’de yaşanan olayların soykırım olmadığını ileri sürdü. Türk milleti ve devletini soykırımla suçlamak içeride ve dışarıda epey destekçisi olan Türkiye karşıtı koalisyonun kara propagandasına itibar etmek anlamına gelmekteydi. Bu görüş açısına göre 1915’i anlamanın en makul yolu işi tarihçilere bırakmak, o dönemde yaşanan şeyleri dönemin koşulları, savaş ortamı ve Ermeni çetelerinin orduya ve sivil halka verdiği devasa acıyla birlikte düşünmekti. İkinci tez Osmanlı Ermenilerinin başına gelen şeyi soykırım olarak ilan ediyor ve Türk devleti ile her bir Müslüman-Türk’ü tarihle yüzleşmeye çağırıyordu. Ermeni soykırımı örneğinde bir benzeri görüldüğü üzere tarihte yaşanan şeyleri inkar etmek çarpık bir gerçeklik algısına ve bu çarpık gerçeğin hakimiyeti ölçüsünde ötekine karşı sorumluluğun ahlaken belirsizleşmesine yol açmaktaydı.
Her iki tez çerçevesinde çok sayıda şey söylendi. Kitaplar, makaleler ve tezler yayınlandı. Söyleşiler, sempozyumlar ve televizyon programları yapıldı. Bazen iş mahkemeye kadar düştü. Türkiye örneğinde soykırım vardır tezini savunanlar, yurtdışında ise soykırım yoktur tezinde ısrar edenler hakim karşısına çıktı. Peki sonuç? Herkesin bildiği üzere koskoca bir hiç. Ermeni meselesi çok yoğun bir şekilde tartışılıyor olmasına rağmen aslında kamusal bir tartışma ve müzakere süreci hiçbir zaman işlemedi. Tarafların birbirini ikna edemediği ve hatta birbirleriyle gerçekte hiç konuşmadıklarına tanıklık ettik uzun on yılların boyunca. Soykırım vardır diyenler yoktur diyenleri Türk milliyetçiliği ve ırkçılıkla suçladılar. Küçümsediler. Soykırım yoktur diyenlerin diğer görüşe bakışı da en az kendilerine yöneltilen suçlamalar kadar ötekileştiriciydi. Soykırım vardır demek çoğu kez tarih bilmemeye ve vatan-millet sevgisinden yoksun olmaya özdeşti. Ancak bir hain Türk milletini soykırımla suçlayabilirdi.
Açıkçası yorulduk. Bu yorgunluk hali içerisinde yazıyorum makaleyi. Soykırıma uğramış Alman Yahudi halkının hayatta kalmış üyelerinden biri olan Hannah Arendt’in aşağıdaki cümleleri bize alternatif bir okuma alanı açar mı diye düşünmekteyim aynı zamanda. “Ahlaki olarak bakıldığında, somut bir şeyler yapmadan kendimizi suçlu hissetmek, gerçekten bir cürmün sorumlusu olduğumuz halde suçluluk duymamak kadar yanlıştır… Aslında kolektif suç diye bir şey olmadığı gibi, kolektif suçsuzluk da yoktur; suç kavramı, sadece kişilere indirgendiği zaman anlam kazanır.”[1]
Arendt’in de bize hatırlattığı üzere sorumluluk, suç ve ceza ile kişisellik arasında kopmaz nitelikte bir bağ var. Suçlar ve cezalar kişiseldir ilkesinin anayasalarda yer bulan temel bir insan hakları prensibi haline gelmesi tesadüfi değil bu nedenle. Milletler, dinleri, ideolojileri ve halkları değil ancak tek tek insanları yargılayabiliriz. Dahası hiç kimse doğrudan doğruya yapmadığı hiçbir şeyin sorumluluğu kabul etmek zorunda değil. Bu nedenle soykırım vardır tezini savunup Türklere tarihle yüzleşmeyi tavsiye eden okumanın masumiyet karinesi ile kişisel sorumluluğun sınırları gibi derin meselelerle hesaplaşması gerek. 1915 için 2020’de yaşayan ve 1915’e tanıklık etmemiş birinden özür beklemek bireyin ahlaki öznelliğini aşan ve hatta yıkan bir kolektif sorumluluk hissinde ısrar etmek anlamına gelir. Bu ısrarın sonu ise hakikatin tekelleşmesi ve totalitarizmdir.
Tabii bireyi kolektif olana kurban etme sadece soykırım vardır diyenlerin değil, aynı zamanda yoktur diyenlerinde de sorunu. Zaten Ermeni Soykırımı tartışmalarının bir tür sağırlar diyaloğu şeklinde sürüp gitmesinin asıl nedeni iki tezin savunucularının aslında aynı bakış açısına sahip olması, bir anlamda aynı şeyi savunması gerçeğinde saklı. Her iki tarafta Türk milleti diye kolektif bir varlığın olduğunu, milletin mensubu olan her bireyin aradan geçen zamana ve somut katkıya bakılmaksızın o kolektif yapının tüm eylemlerinden tam olarak sorumlu tutulabileceğini düşünüyor. Bu ortak kabulün sonrasında ayrışıyor taraflar. Soykırım yoktur diyenler Türk milletinin asla böyle bir şey yapmadığı gerçeğinden hareketle ortada özür dilenecek bir şeyin olmadığını ileri sürmekte. Soykırım vardır tezinin savunucularına göre ise 1915’de olduğu üzere bugün de Türk milleti diye bir şey var. Bu nedenle 1915’de ne yaşanmışsa bu 2020 Türkiye’sini de bağlıyor.
Gerçekten öyle mi? Gerçekten de milletler, dinler, ideolojiler ve halklar kolektif varlıklar mı? Gerçekten de tek tek her birimiz mensubu olduğumuz dinin, milletin, ideolojinin ve halkın sorumluluğu ve belki de suçluluğunu üstümüzde hissetmeli miyiz? Bence yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Ahlakın ve hukukun bireyi aşan bir içerikle yorumlanmasına karşı kendi özerkliğimizi korumalıyız.
[1]Arendt, Hannah(2014).“Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk”, Kamu Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, (Çev: Yakup Coşar), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 183.