Büyük salondaki sergiye, yirmi yıl önceki, resim bölümünün öğrencileri davetliydi. Koca salonda çıt çıkmıyordu. Eski öğrenciler tabloların önünde hayallere dalmışlardı. Hayal alemindeki öğrencilerden birinin, okula girdiği günlerde, öğretmeni yağlı boya portresini yapmıştı.
Bugün ki davette, öğrenci portresinin karşısına geçtiğinde, mum gibi olduğu yere yapışmıştı. Yüzündeki hassas ifade, gözlerindeki hayranlık ve heyecanı dışa yansımıştı. Hayallerini süsleyen o günlerin, neşesini yaşamak istiyordu. Tablodaki gülücüğün gerçeği yansıttığını mırıldandı. Geçmişe olan merakından yanına gelen arkadaşlarını fark etmedi.
Tablodaki görüntünün keyifli olduğunu o günlerin kaygıdan uzak, özgürce geçtiğini bugün ise farklı bir çağda yaşadığını zannetti. Zihninde yirmi yıl önceki gençliği, sevimli ve dinamik hâli canlandı. Gözleri yaşardı ve yutkundu.
Her fırçanın zevkle atıldığı, bir tablo karşısındaydı. Tablo, gençliği resmetmiş, yıllar önceki güzelliğini sergilerdi. Öğrenci kararlı bakışlarını portreden ayırdı. Gençliğin yaşlılığa yöneldiği görülüyordu. Bu yönelmenin önüne geçmek mümkün değildi. Portre aynı güzellik ve dinçlikte kalırken, gençliği yavaşta olsa çöktüğü anlaşılıyordu. Bu durumu bilmek insanın içini sızlatıyor. Böyle bir gerçek karşısında boyun eğmekten başka çaresi kalmıyordu.
Tabloları inceleyen, aynı zamanda tiyatro oyuncusu olan, arkadaşına gözü takıldı. “Ne güzel her tabloyu inceliyor. Zaman olduğu hâlde tablomun önünden ayrılamadım,” dedi. Öğrenci, oyuncu arkadaşına hak verdi. Sanat etkinliklerini kaçırmıyordu. “Gençliğin sesi ve oyunu,” Dedi. Gençliğin hassas duyguları ve açık yüreklilikle algılamanın cazibesi farklıydı.
Duvara döndü, portrenin yapıldığı yılı ve o günü düşündü. Sınıf arkadaşlarının dediklerini aklına getirmeye çalıştı. Çerçeve içerisindeki genç ve güzellikteki görünüşüne karşılık yılların kendisinden neler alıp götürdüğünü düşünmek istemedi. Böyle bir tablonun gereksizliğini anladı ve üzülmeye hayat değmez, dedi.
Öğretmeni kitabında, “Her nesnenin de canlı varlık gibi belirli dönemler geçirdiğini, bu dönemler yaşanacaktır,” diye yazıyordu. Ayrıca portrede fırçanın maharetini de ekledi. Portrenin boyası zamanla bu cilveyi kaybeder. Portreye has olan, ruhun katkısı da etkinliği yok edecektir.
Öğretmenini kitabını okumaya devam etti. Portreye ne kadar tutkuyla bağlandığını fark etti. Öğretmeninin kitabını kapattı. Sanki hipnozdan çıktı. Gerçekler karşısında üzülmemek elde değildi. Hayatın değişimini de yaşanacağını biliyordu. Değişimin acılı olacağı yaşanan hikâyelerden ortaya çıkıyordu.
Hayat, portre ile arasında, ciddiyet ve derinlik gibi bir yaşanmışlık gerçeğini göz önüne seriyordu. Öğretmeninin kitabının önsözünde, insanlar yaşantısının her dönemini önemsemeli ve sevdikleriyle beraber olmalıdır. Buna karşılık portrenin de boyalar dinamizmi kaybedecek ve dökülecekti. Resim bütünlüğüne dahi koruyamayacak. Uzun yıllar sonra portre de yaşlılığın bedelini, süslediği duvardan, depoya atılmakla ödeyecekti.
Yirmi dört yıl önceki öğrenci salondan çıktığında, “Sözün bittiği nokta. Her devir ilkleriyle zamanını tamamlar. Olayları acısıyla tatlısıyla yaşıyorsun,” dedi.
Kaldırıma sandalyelerini atmış olanlar, çaylarını yudumlarken, “Portre” gibi dünyanın hâli diye bir dertlerinin olmamasına özendiler.
Öğrenci; “Hayat yine de dertleri ve güzellikleriyle yaşamaya değer,” dedi.