Ne güzeldi köyümün kirlenmemiş yağmurlarında ıslanmak… Bütün kaygılardan azade, sokaklarda akşama kadar topraklarla hemhal olmak…
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp aydınlığa ‘merhaba’ demek, gönül kapılarını ve göz kapaklarını ardına kadar açarak hayata sımsıkı sarılmak, gökkuşağını hayallere yorgan eylemek… Ne güzeldi, âh ne güzeldi.
Çocukluğumun düşleri şimdi kâbusa dönmüş. Gönül nağmelerinde çığlıklar kol geziyor. Yılların sancıları yüreğime sermiş kurşundan ağır postunu. Şefkatli elleriyle saçlarımı tarayan rüzgârlar ne çabuk fırtınaya dönüşüp yüzümü tırmaladı!… Kapkara yalnızlıklar gönül göğümü esir aldı. Yaşamın girdabında dönüp duruyor zaman çarkının dişlileri. Ben o dişliler arasında kıymık kıymık olmuşum. Çocuk uykularım kuşların yakuttan kanatlarında çoktan semaya havalanmış, şimdi gece yarılarından sonra bile kapanmıyor yorgun gözkapaklarım. Çamurdan yaptığım atların toynakları tırmalıyor uykularımı. Sığındığım gül bahçelerinde şimdi acı bir barut kokusu kırıyor burun direklerimi.
Tüyden hafif anlık kederlerim kurşundan ağır tasalara dönüştü. Rüzgârlarla yarışan hayallerim şimdi vadilerin yamacında sislere gömülmüş. Uyku tadındaki sevinçlerin hayali cihan değiyor şimdi. Kendi kendime aynalarla söyleşmek yeni çıktı. Kendimden çok uzakta çocuk hayallerimle avunuyorum zamanın tenhasında. “Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası / Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası” bercestesini şimdi daha iyi anlıyorum. Hayat gösterdi o acımasız yüzünü. Şiddetli rüzgârlara rağmen ayakta durmak için yere sağlam basıyorum. Çocukluğumda biriktirdiğim sevgileri bugünün nefretlerine panzehir yapıyorum. Düşüyorum ayrılıkları sevginin doyumsuz hazzından. Zulmün önünde bir kale gibi durmaya çalışıyorum. Sadece sevginin ve aşkın önünde eğiliyorum.
Sevgi ağacının dallarını kıran bu sert rüzgârlar tanıdık değil. Kuşlar çoktan başka memleketlere göç etmiş. Bu dermansızlıkla ben nereye göç edeyim. Çocukluğumun hayalleri yerini hakikatlerin deryasına bırakmış. Bu deryada ancak iyi yüzücüler hayatta kalabilir. Hapishaneler varmış fikirlerin dört duvar arasına mahkûm edildiği. Nerden bilebilirdim düşüncenin zaman zaman zehirli bir yılan kadar tehlikeli olabileceğini? Ve beni belleğimden ısırıp peşinden sürükleyeceğini… Bilemezdim, bilemedim ta ki bildirilene dek…
Dal uçlarında patlayan tomurcukların doğum sancısı baharlara serenattı. Gönül arabalarını çeken kısraklar haramilere eğmezdi boyun. Gökyüzünden payıma düşen yıldızlara şimdi çok uzağım. Gül bahçelerindeki dikenler güllere uzanan ellerimi kanattı. Salıncaklarda sallayıp uyuttuğum ve büyüttüğüm kutlu düşlerim şimdi darağacına mahkûm… Artık kimse tutmuyor hücreleri can çekişen buruşuk ellerimi. Kimse ciddiye almıyor pembe hayallerimi.
Tek kanatla uçulmuyor mavi göklere. Dalları bulutlara değen ihtiras ağacının kökleri çoktan kurudu. Şimdi dokunsalar hüngür hüngür ağlayacağım. Çocuk gönlümü hatıralarla dağlayacağım. Yaşlı yüreğimde her harf, her kelime ateşten bir ok gibi batıyor zerrelerime. Sevgi ırmaklarından kan akıyor hoşgörü okyanuslarına. Kuş masallarını dinlemiyor aç kurtlar. Kelebeğin ömründen daha uzun değil solgun dudakları süsleyen ve besleyen tebessümler…
Tefe koyup zehirli naralarla çalıyorlar bizi. Eskiden kalma bir yağmurun altında ıslanıyor şekerden düşlerimiz. Sonbaharın kamçısı yaralıyor yorgun bedenimizi. Gözlerden düşen ateşli bir gözyaşı gamzelerimizde buharlaşıyor. Her geçen gün büyüyor bizi bir gün yutacak içimizdeki o derin boşluk. Neşe ağacında korku ve tasa çiçekleri açıyor kış ortasında.
Gölgemin yetişmekte aciz kaldığı ten mülkü, şimdi gölgenin kurşundan ağırlığında eziliyor. Işıl ışıl parlayan gözbebeklerim artık kepenklerin çekileceği elemli günü bekliyor. Bu son demlerde tasanın yasası işletiyor hükmünü. Hüzzam makamındaki türküler hatıraları çağırıyor geçmiş zamandan. Pencereden gözlenenler, pencereden gözlüyor hiç gelmeyecek yolcuları. Oysa horoz şekerimin tadı hâlâ damağımda. Demek henüz ölmedim, şükür hâlâ yaşıyorum. Ne olur Rabbim her tasayı çekerim, hiç bitmesin o şirin horoz şekerim!…