Dürbünle doğayı gözetlemek, hayaliydi. Bu hayal, çocuk yaşta başlamıştı. Dürbün eşliğinde; dağların doruğuna, gemilerin güvertesine ve kalelerin burcuna çıkma isteği. Daha ileri yaşa kadar, hayalleri gerçek olmadı ama, dürbünle hayal kurmaktan da vazgeçmedi.
Sanat tarihi bölümünde okuduğu halde, yine de bir dürbüne sahip olamamıştı.
Dürbünle, uzakları yakına getirmeyi ve engin maviliklerde kaybolmayı düşlerdi. Geçmişin olaylarının, farkında olmasa da çevreyi dürbünle gözlemek isterdi.
Dürbünle hayal peşinde olmak, bir tutku, diyordu…
Sınıfça kaleyi ziyarete gidecek olmaları, sevindiriciydi. Özellikle dürbünle hayallerde yaşayan “Salih’in” ziyaretçiler arasında olması önemliydi. Yalnız havanın açılmasını bekliyorlardı. Sis kalktığında kaleye varacaklardı.
Kale yöneticilerinin, teknik donanımı yüksek, dürbünleri vardı. Onun için özel dürbünle kaleye girilmesi yasaktı.
Kale burcundaki yazıyı; “Hayat bizimdir” diye okuyacağı yerde, “dürbün bizimdir,” diyen hayalperest Salih’e tüm arkadaşları gülmüştü.
Sınıf, yöneticinin rehberliğinde, kale ile ilgili bilgileri, not aldılar. Kalenin konumu, sosyal etkinliği ve ziyaretçi kapasitesi konuşuldu. Yönetici, öğrencilerin sorularını cevapladı. Salih, kalenin onarım geçirmesini ve dürbün konusunu da dile getirdi.
Kalenin tüm saldırılara dayandığı, tarihleriyle anlatıldı. Kaleyi elinde tutan kavmin kimler olduğu açıklandı. Çağlar içinde kalede yaşananlarla ilgili bilgi verildi. Kale yıllarca ayakta kalmış ve üzerine tutsaklık gölgesi düşmemişti.
Kalenin burcundan, gözlenen dağların doruk noktaları, duygusallığın gözdesiydi.
Salih, dağlara baktı ve “içimde hep bir uyanış vardı. Parmaklarımın ucuyla, dokunmak istiyordum, kayıp giden geçmişe,” dedi. Dürbünle bakma düşüncesi bile, belleğini kaynatıyordu. Bu konuda ruhunun güçlenmesini istiyordu. Bugüne kadar birkaç kale gezmiş ve tarihini öğrenmiş olmayı arzulamıştı. Kaleden hayatın anlamını tanımlasaydı, kendini başarılı saymış olurdu.
Issız yollardan gelip kale kapısını tokmaklamalı ve duvarların taşlarını dizen elleri takip etmeliydi. Küçük pencerelerin bırakılış şeklini düşünebilse, güvenliğini ve vadiye inen yolu nasıl koruduklarını tahmin edebilseydi.
Yönetici, Salih ve üç arkadaşını seçip dürbünlerin başına gönderdi. Dürbünü nasıl kullanılacağını tarif etti. Önce sağ yöndeki kayalığa, oradaki vahşi heybete ve sol yandaki tepelerin yeşilliğine. Sonuçta da bozkıra doğru, çevreyi gözetlemelerini, istedi.
Yönetici başlayın dedikten sonra, kayalıktaki, ana ve yırtıcının yavrularını, dağ keçilerinin çalılar arasındaki oynaşmalarını izlediler. Doğanın güzelliği karşısında; “dürbün ve marifeti” demekten kendilerini alamadılar.
Bozkıra yönelin dediğinde, göz alabildiğine, ova ve çevresi ağaçlıktı. Ortada kıvrılarak ilerleyen ırmak. Güneş ve çevrenin canlılığını şekillendiriyordu…
Bu canlılık bulutların hareketliliğinde, Orman yürüyor gibi karşıdan bir ordu geliyordu. Önde atların çektiği top arabaları, arkada süngülü tüfekli, zırhlı ve de miğferli askerler. Ordu ileri, diye bağrışarak geliyorlardı.
Top atışları başlayınca, “Hedefimiz kale nidaları duyuldu!
Ortalık cehenneme dönmüştü. Kale duvarları patlamalar ile isabet almaya başladı. Gökyüzü karardı, şimşek ve gürlemeler, patlamalara eşlik etti.
Kaleye saldırı sonucu korku ve heyecan, tüm dehşetiyle sürüyordu. Salih ve arkadaşları dürbünde donmuş kalmışlardı. Avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Kale içerisinde bağırarak kaçışmalar başlamış ve atılan toplar kale duvarlarını sarsıyordu.
Güneş, ışınlarını çekmiş, asker kaleyi sarmaya başlamıştı. Kuşlar susmuş, rüzgâr duyulmaz olmuştu. Bulutlar da boş durmamış ve sağanağı başlatmıştı.
Kalenin içindeki bağrışma, yöneticinin talimatıyla arka kapıya yöneldi ve dışarı çıktılar. Sinir ve stres altında çay masalarına oturmaları söylendi. Salih ve arkadaşları sararıp solmuştu. Üçünün de elleri titriyordu. Salih, “kale ve çevresi, bulutlara esir oldu, beynimi sis sardı,” dedi.
Yönetici ayağa kalktı ve “herkes geldi mi?” dedi.
Yönetici kale görevlileriyle birlikte güldüler. Ziyaretçiler de elinde olmadan güldü.
Yönetici; “bir bahar esintisinde, sizlere sevgi dolu bir anıyı yaşattık,” dedi.
“Geçmişle ilgili, gerçek bir anı izletmek istedik. Dürbündeki görüntüler tamamen, filmden örnektir. Patlamalar da görevlilerin kurgusuydu,” dedi.
Salih “nasıl olur? Gerçek bir savaş! Böyle bir anıyı hayatım boyunca unutmayacağım. Kuşkulanmadığım bir oyunun figüranı oldum,” dedi.
Tekniğin üstün kullanılışına yenik düştük.
Korkunun izleri alınlarında, ter damlacıkları olarak dizilmişti.
Ve dürbün bizimdi.
Hasan TANRIVERDİ