Ülkemiz; coğrafi ve sosyal hayat bakımından çok farlılıklar gösteren bir özelliğe sahiptir. Her bölgenin, her il ve ilçenin kendi özelinde farklı özellikleri vardır.
Karadeniz’in sahil kesiminde yaşamış biri olarak imkânlarım dâhilinde ülkenin muhtelif yerlerinde bulunarak bazı gözlemler yaparım. Orada bulunan vatandaşlarla sohbet eder, o beldenin coğrafi, ekonomik, sosyal, kültürel, tarihi, coğrafi ve örfi durumlarını kendi anlayışıma göre yakından takip ederim.
Her yerleşim yerinin, kendine has yazılı olmayan bir kimliği vardır. Bu kimlik yıllar içinde süzülerek günümüze kadar gelmiş ve orası neresi ise ortak bir noktada son bulmuştur. Farklılıklar içinde ortak bir noktada buluşan insanların ferdi özellikleri onlarını bir adım öne taşımıştır.
Yarım asrı epey aşmış ömrümde yolum Durağan ilçesine de düştü. Bu ilçede bir aylık dönem içinde kendimi iki defa bulup iki gece konakladım. Görüştüğüm, sohbet ettiğim bazı kişiler oldu. Halkın içinde yaşayan bu insanlar kendi tecrübelerine göre bir şeyler anlattılar.
Bir günün ardından karanlık çökünce şehrin tenha sokaklarında yürüyerek insanlardan çok şehri dinlemek için sokağa çıktım. Saat 21.00 sularında şehri yalnız başıma dolaştım. Birçok işyerleri kapanmıştı. İşyeri tabelaları eski usul yağlı boya yazıyla yazılanlar kedisiyle baş başa kalmış bir gariban gibi sessizliğe bürünmüştü. Işıklı tabelalar ise sanki hayatın halâ orada devam ettiği intibaını uyandırıyordu.
Sokakta insanlar yok denecek kadar azdı. Taksicilerin hareketlenmeleri ve birkaç yerin açık olması şehrin tenhalığını bozuyordu. Ben adımlarımı attıkça, yani şehir merkezinden uzaklaştıkça sadece sokak lambalarının ışığı etrafı aydınlatıyor, gün boyu şehre ait olan uğultu yerini sessizliğe bırakıyordu.
Sokakta bulunan bir kedinin ne aradığını bilmem ama kararlı adımlarla yürüyen insanları evlerine doğru yollandıkları belliydi. Bir anda büyük şehirler geçti gözlerimin önünden. Sabahlara kadar hayatını bir şekilde devam ettiriyor gibi olan halleri, Anadolu şehirlerinden farklıydı.
Ve insanların rastlanmadığı, ışığın azaldığı yer sizin şehrin sınırına geldiğinin alametiydi. Artık bundan sonra sizi içine alan “sessiz bir uğultu” bekliyordu. Kâh esrarengiz, kâh ürpertici olan bu loşluk size geri dönmeniz için bir işaret veriyor gibiydi.
Son nokta gibi olan ve bir yanı Samsun, bir tarafı Saraydüzü ve diğer bir yanı da Boyabat’a giden yolun başından döndüm. Gelişimin aksine bu sefer daha aydınlık yollar bana eşlik ediyordu. Ara sıra insanlar görünüyordu. Köpekler havlamadan bir kenara kıvrılmış uyuyordu. Her adımdan sonra bazı açık işyerlerine rastlanıyordu.
Bu sefer de şehrin diğer tarafına doğru yürüdüm.
İlk dikkatimi çeken Hükümet Konağı ile Belediye binası oldu. Sanki terk edilmişler gibi. Karşı karşıya sohbet eden iki yâran gibiydiler. Aralarında önemli bir fark vardı. Kaymakamlık Konağının sadece yazısı ışıklandırılmıştı. Kaymakamlık binasının başka tarafı sanki devlet ciddiyetini gece de muhafaza eder gibi duruyordu. Karşısında güdümlü devlet binası yani Belediye Konağı vardı. Belediye binası ise ışıl ışıldı.
Kendi kendime Durağan sokaklarında gezerken bu farkın neden olduğuna dair bir cevap bulamadım. Sadece iki farklı görüntüden ibaret olan bu iki bina, içinde insan bulundurmak için sabahı bekleyeceklerdi.
Zaman ilerledikçe şehrin ışıkları azalmaya başladı. Kapanan işyerlerinden bazıları tamamen karanlığa bürünürken bazıları da yanık kalan lambaları nöbetçi olarak bırakıyor gibiydiler.
Sabahın ilk ışıklarından sonra şehrin kendine has sesi kulakları tırmalamaya başladı. İnsanlar kendilerince koşuşturdular. Ta ki gün batıp şehri kendi hallerine bırakana kadar.
Sahi sizce Belediye Konağı ile Kaymakamlık Konağı arasındaki fark nereden geliyordu?
Ben kendimi ikna edecek bir cevap bulamadım.