“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Mâide Suresi 51)
Batının temsil ettiği küfür yani şer cephesinin kendi içinde mücadeleleri olsa da, ortak düşmanları İslâm. Çin’den Avrupa’nın ortalarına, Orta Afrika’dan Moskova’ya kadar asırlardır onlarca devlet kuran Türkler, İslam ile şereflenmelerinin ardından yani yaklaşık bin yıldır da İslam’ın bayraktarlığını yapmaları ve de günümüzdeki dağınıklığa rağmen yegâne lider namzeti olmaları münasebetiyle şer cephesinin ortak düşmanıdır.
Türkler yoksa tarih yazılamaz. Sadece tarih değil, hiçbir milletin tarihi yazılamaz. Bu bir hamaset değil hakikatin kendisi.
Batı; insanlığı, tabiatı, bitkileri, hayvanları yordu, yıprattı.
Meş’um şer cephesinin en temel özelliği, ahlâksızlığı! Bir şahıs, teşkilat, devlet ve dinde ahlâk yoksa her işi rezîlânedir. Karşınıza hiçbir zaman mertçe çık(a)maz.
İnsanın vahşiliği terbiye edilebilir ama ahlâksızlığı asla. Bu menhus küfür cephesinin mürebbisi, Yahudi’dir! Hz Peygamber (s.a.v.)’in Müslüman tüccar yetiştirme mektebi de olan ‘Medine Pazarı’na Yahudi’yi sokmamasının asıl nedeni buydu.
Muharrref Tevrat’ı okuduğunuzda cinnet geçirirsiniz. Bir de bir ömür bunu okuyup, bununla terbiye edilen bir kavim ve bu kavmin yetiştirdiği batıyı tahayyül edin! Ne çıkar karşınıza? Rezîlâne çıkardan, vahşetten, barbarlıktan çok öte bir iblislik…
Allah (c.c.) Nâs Suresi’nde ḣannâs (الْخَنَّاسِۙ) kelimesini kullanır. Ve biz Müslümanlar her gün namazda veya namaz dışında bu sureyi okurken ḣannâs’ın şerrinden Allah’a sığınırız.
Bu tek bir kez yer alan ve sığınılması gereken güruh olan ‘ḣannâs’ı tanımadan ve onların kim olduğunu bilmeden hiçbir sahada Müslüman başarılı olamaz!
Biz, İslam’ı meâllerden, fasit daire içinde dolaşıp duran basiretsiz tiplerden, şer cephesi adına çalışan Müslüman görünümlü müfsitlerden öğrenmeye kalkarsak, ḣannâs’ı asla tanıyamayız!
Oysa ḣannâs, bizi bizden daha iyi tanıyor. Oryantalist denilen şarkiyatçılar, İslam’ı ve Müslümanların hallerini ne yazık ki bizden daha iyi biliyorlar. Öğrenme amaçları ifsad olduğu için, güçlü ve zayıf yönlerimizin fevkalade farkındalar.
Biz, siyeri, şemâili, ilmihali bilmez, kâinatı ve düşmanı tanımaz, şeytan ve ḣannâsın tuzaklarını anlamaz hâle geldiğimizden bu yana, dostu-düşmanı karıştırır olmuşuz. Oysa dostunu ve düşmanını karıştıran, bazen bala, bazen de zehre banar.
Şüphesiz ki, iblis bizim düşmanımız ve biz onun düşmanlığından şüphe duymayız. Lakin ḣannâs hakkında hiçbir fikrimiz olmadığından onu tanımıyoruz. Ḣannâsı tanımayan ise zelil olmaya mahkûmdur.
Hakikat, kitap okuyarak bulunmaz. Kitap okumadan da hakikat bulanamaz! Burada mühim olan ne okuyacağımız ve nasıl okuyacağımızdır. Bize, düşmanlarımızı Allah ve Rasülün’den başkası doğru tarif edemez. O halde düşmanı tanımanın yolu, Allah’ın kitabını ve Rasülü’nün hayat ve sünnetini bilmekten geçer. Ne yazık ki, bu hususta da iyi durumda olduğumuz söylenemez.
O halde ne okumamız gerektiği ortada. Onu okuduğumuzda ḣannâsın bize tarif edildiğini göreceğiz. Şeytanın yetiştirmesi, çok kurnaz ve hîlebaz kimselere, yani cin ve insanların şeytanlaşmış olanlarına, Allah-ü Teâlâ hazretlerinin verdiği isimdir o.
O bazen ve her zaman bir İngiliz… Zengin bir Siyonist, hırçın bir Evanjelist, doymak bilmez bir münafıktır. O bazen bir siyasetçi, bazen diplomat, bazen gazeteci, bazen akademisyen, bazen din adamı, bazen işadamı, bazen bilmem ne olarak çıkar karşımıza…
Bizden gibi gözükür, dost gibi davranır, mazlumu oynar, yalan söyler, hile yapar, tuzak kurar, bomba patlatır, tohumunla oynar, nesebini bozar, âileni dağıtır, kadınını, erkeğini, çocuğunu ifsad eder.
Moda, kitap, sinema, oyun, para, kadın, şöhret, ihtiras, medya, genetik, nano, bilim, petrol, elektrik, virüs, ilaç, aşı gibi silahları kullanır. Ahlâkı yoktur. İki ayaklı olduğuna bakmayın, o artık insan da değildir.
Haçlı seferlerine çıkan oydu, Kudüs’ü işgal eden de o. Kardeşi kardeşe kırdıran oydu, Bosna’da ırza geçen de… Afrika ve Amerika yerlilerini köleleştiren ve mallarını gasp eden de oydu, Yeni Zelanda’da camilere saldıran da… Endonezya’yı, Hindistan’ı işgal eden de oydu, Doğu Türkistan’da zulmeden de…
Mısır’da Firavunluk, Urfa’da Nemrutluk yapardı. Mekke’de Ebu Cehil, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Amerika’da Bush, Britanya’da Elizabeth, Vatikan’da Papa, Filistin’de Netanyahu, Körfez’de Vahhabi, Kahire’de Ebu Reyye, Bangladeş’te Hasina, Rusya’da Stalin olarak çıktı karşımıza…
Derdi, hakikat ve adâleti yok etmekti. O bazen devletlerden devletler çıkarır, bazen iki devletin arasında tartışmalı sınırlar çizer, bazen komşuyu komşuya, kardeşi kardeşe düşürür. Bazen bir yardım severdir, bazen de dost kılıklı bir arkadaş! O tıpkı şeytan gibi her yerdedir. Eli her yere uzanır. Bir gün bizim mahallede çıkar ortaya, başka bir gün de uzak kıtalarda. Bazen gerekçesi demokrasi, insan haklarıdır, bazen de diktatörler… Bazen kan kusar, bazen süt dökmüş bir kedi gibi köşesine çekilir. Ama o, o anda bile bin bir plan yapar, arkadan dolanır, kulaktan fısıldar, tıpkı ustası iblis gibi…
O doymak bilmez bir dâbbedir. Bir elini alnımıza koyar secdeye gitmeyelim diye, diğerini beynimizde tutar, düşünüp akletmeyelim diye… Bir eli petroldedir, diğeri ateşte…
Gözü hep kadında, çocukta, gençlikte, dinde, diyanette, varlıkta, inançta, fikirde, düşüncede, ekmekte, aşta, hayvanda, böcekte, parada, pulda, ailede, siyasette, mukaddestedir.
Ḣannâs amacına giden her aracı kullanır. Onun için savaş, herkes yok olana dek sürecek. O elini çevik tutup, kıyameti Allah’tan önce koparmak istiyor.
Ama o güçlü olduğu için değil, biz, Allah ile irtibatımızı kopardığımız için başarılı. Yeni Zelanda’daki 50 değil, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Libya, Keşmir ve Doğu Türkistan’daki gibi milyonları katletse de bizi bitiremez. Bizi ancak cehalet ve ahmaklığımız, dostu düşmanı bilmememiz, kendi içimizdeki hiziplerimiz ve Allah ve Rasülü’yle irtibatsızlığımız bitirir. Lâ Ğalibe İllâllah