İki küçük gaz lambasının titrek ışıkları arasında izlerdim onları..
Küçük bir odanın duvarında, güzel bir pınardan su içen, her an kaçacakmış gibi bakan ürkek ceylanlardı.
Büyüyüp küçülen gölgeler arasında her duvar halısı bir şeyler anlatıyorlardı sanki.
Hikayenin başlangıcı burasıydı, devamı ise sizin kafanızdaki..
***”
Neden elektrik yoktu evimizde hiç bilmiyorum. Belki bizim kazaya yeni gelmişti, belki de bizimkilerin ihmalindendi. Kim bilir belki de elektrikler uzun süre kesik kalıyordu da bu yüzden gaz lambaları kalmıştı hatıralarımda..
Televizyonun, radyonun henüz destursuz evlere girmediği, dizilerin filmlerin hayallerimizi ve umutlarımızı çalmadığı/ parsellemediği günlerdi o günler.
***
Sabah gün doğumuyla tarlalara bahçelere gidilen, akşam gün batımı ile kısık bir ışıkta sohbet edilen, ya da erkenden uykuya salınılan günler.
Zamanı saatten ziyade güneş, tarla ya da bahçedeki ürünler, çocukların ihtiyaçları ve varsa evin yanında beslediğiniz hayvanların bakımı belirlerdi.
Memur olmak, asker olmak, okumuş olmak büyük önem taşırdı kazada. Önemli insanlar addedilirdi. Şehir görmüş, şehirde yaşamışlar da öyle tabi.
Sanırım gençlerin gelecek hayali bu yüzden okumak, memur olmak, şehre gitmek haline gelmişti. Nüfus arttıkça geleneksel aile tipinden çekirdek aileye dönüşen çocukların payına düşen toprakların her evi geçindirememesi de buna destek oldu tabii.
****
Ekmek davası için kente göçmüş gençlerin çocuklarından biriydim ben de.
Ne yalan söylemeli, büyük oğulun ilk çocuğu yani “ilk torun” tacını da giydim.
Yaşadığımız kentten her kasabaya gelişimizde babaannemin sevinç gözyaşları ile karşılanıp, veda gözyaşları ile ağırlandığımızı da bilirim.
Yüzünde derin çizgileri olsa da pürüzsüz bir teni vardı babaannemin.
Ne Türkçe, ne Osmanlıca, ne Arapça.
Okuma yazması yoktu kendisinin.
Çok şaşırır, anlamaz ve hatta ayıplardım içten içe.
“Kocaman nine, nasıl okuma yazması olmaz “ diye. Çocuk aklı. Bir gün herkes için öyle olacağını umut etsem de, hayat maalesef eşit fırsatlar sunmadı kimseye .
Okuma yazma kursları seferberliği sırasında o yüreği, kafası güçlü bu kadın okuma yazma öğrendi.
Her zaman gülen yüzü ve konuşkan haliyle torunu geldiğinde, yaşına başına aldırmaz beni avutmaya çalışır, evinde olmayan televizyonu bana izletmek, eksikliğini hissettirmemek için hiç üşenmez beni sırtına alır ve beni “televizyonlu” komşu eve taşırdı. Gittiğimiz bu “televizyonlu” memur evi nedense bana saray gibi gelirdi.
Soğuktu memleket, buz gibi.
Yaz kış kat kat giyinir, şalvarının üstüne, beline o kalın kuşağını takarken kocaman açardım gözlerimi;
“ Niye böyle giyiniyorsun? Niye o rengarenk kuşağı takıyorsun? Ne işe yarıyor?”.
Her seferinde hiç kızmadan gülerek sevecen bakar ve sabırla cevaplardı beni.
Şimdiki insanlarda sabır bile rafa kalktı.
“Oku kızım” derdi sürekli. “Oku sen”..
Hiç kimseden sakınmaz hakkını arardı. Hayata farklı bakardı.
Düşünüyorum da imkan tanınsaydı filozof bile olacak kadındı.
Arıyorum babaannemi.
Mario Levi’nin “İstanbul bir masaldı” kitabını okurken not almışım; “Aradığınız o cenneti kimde yitirmiştiniz?”.
Kim bilir babaannemin hayalleri neydi? Aradığı cenneti bulmuş muydu? Yoksa nerede, nasıl ve kimde kaybetmişti?
***
Kısa memleket ziyaretlerinde peşinden ayrılmazdım babaannemin,. O nereye ben oraya. O da zaten bırakmazdı beni.
” Gelin” namındaki anam ve küçük halam şayet tarlada/ bahçede yapılacak bir şey yoksa ev işi, yemek, çamaşır, bulaşık, temizlik vs..derdinde debelenirken babam eş dost ziyaretinde. Dedemin ise ikinci adresiydi köşedeki kahve.
O dönemde kadınlar her ne kadar sessiz ve itaatkar olmasa hatta her ne kadar asi olsa da ataerkil düzen çoktan kabullenilmiş, olağanlaştırılmış olduğundan kadınlar geleneksel rollerinde kabullenilmiş çaresizlikte, sadece bu noktada sessizlikteydi.
****
Kaç göç yoktu bizim oralarda. Ne babaannemin, ne de yakınımızdaki kadınların öyle sus pus olduklarını da bilmem ben. Her şey konuşulur tartışılırdı. Hem de herkesle her ortamda ve her yerde. Kocaymış, yabancıymış elmiş farketmez. Haklarını savunurlardı bildiklerince. Ne konuşmalarına karışılırdı bildiğim, ne de gülmelerine.
Büyüklere yaş dolayısıyla saygı vardı en fazla.
Geleneksel yaşamlarını sürerken taassuba kaçtıklarını da hiç görmemiştim o yaşlarda.
Kadınlarımızın başındaki geleneksel, neredeyse yarı bağlanmış yemeni.
***
Herkes şayet bir işle meşgulse, ben ya tarlalarda/ bahçelerde ağaç tepelerinde ya da sokaklarda tozun toprağın içinde.
Her yer/ her ev/ her sokak çocukların, dolayısıyla her yer benimdi.
****
Hayatımdaki en lezzetli sebzeler meyveler ürünle dolun taşan dallardan yediklerimdi.
Ben en güzel gazozları dedemin oturduğu kahvede içmişimdir. Kız torun olduğuma bakmaz, kıt kanaat geçindikleri halde elimden tutar, erkeklerin oturduğu kahveye götürürdü beni. Gazoz ısmarlardı. O kadar insan arasında gururla içerdim o gazozu. Büyümüş de küçülmüş gibi. “Kadın erkek ayrımı da neymiş” dermiş gibi. Onlardı hayatımdaki içeceklerin en lezzetlisi.
***
Çoğu ailenin belki de evine girmiş olan şu kutsal şahsiyetler TV ve radyo -ki şimdi buna bir de cep telefonu ve bilgisayarlar eklendi- dedemlerin küçük evine geldiğinde ben de kazık kadar olmuştum hani..
Çekyat, koltuk, baza …
Almak için çalış çabala.
Oysa pencereler önündeki sekiler, Üstlerindeki minder ya da döşeklerle tahta divanlar da dayanıklı ve güzeldi.
Sandalye hatırlamıyorum nedense o evde.
Kadın, erkek farketmez, yeni gelen bir minder alıp yere atar ve tatlı tatlı sohbet ederdi. Sanırım bizim gelişimizle de bağlantılıydı ziyaretler. Ev hiç boş kalmazdı. Tabii ki her gelen Tanrı misafiri.
****
Odada -kimi zaman is de çıkarsa- çıtır çıtır yanan kuzinenin sesi, altımızda döşek üstümüzde pamuk veya yün ama çoğunlukla saten kaplama yorgan, uzun kış gecelerinin kraliçesiydi benim için halam.
Dikiş nakış kursuna gitmiş, tezgahlarda halı dokuyan güzel mi güzel bir insan. Cadıymışım demek ki , tutardım eteğini ve bırakmazdım o bana masal okumadan.
**
Sonra bir şey oldu daha ben büyürken.
80 li yıllar geldi çattı birden. Korku demirden kafesti sanki kentlerde.
Yıllar geçtikçe zamanla aynı yerde kimi evlerde erkek kadın sofralarının ayrıldığını gördüm.
Başörtülerinin artık farklı bağlandığını.Anladım;birşeyler değişmişti.
Bilemedim o zamanlar kim girdi bu insanların arasına ve neydi olup biten?
Sonra ürünlerden dalları yerlere sarkan o güzel ağaçlara ne oldu? Neredeydi sorun ve neden?
**
Bilirsiniz ki hayata villalarda konaklarda, ağzınızda gümüş ya da altın kaşıkla “merhaba” dememişseniz eğer, yaşam sizi önüne alıp götürüverir çoğu zaman.
Bakmayın hep güzel şeyler yazdığıma.
Köy hayatı zordur hakikaten. Başka yazıların, başka anıların,bir kitabın konusu olacak belki onlar. Bugünü anlamak için sık sık geriye dönüp bakarım ben. Geriye dönüşlerim hep bu yüzden.
Adil, eşit, huzur dolu,baskısız, güvenli ve sağlıklı günlerde kalınız.
Sevgi ve saygılarımla..