Karadeniz rüyası, rüya gibi de olsa, kısa dinlenme molaları da gerektiriyor tabii ki.
Macahel’den ayrılmadan, otantik bir Karadeniz evi havasındaki Macahel Greenroof Otelde konaklıyoruz. Hiç geleneksel bir Karadeniz evinde kalmamış benim gibi biri için farklı bir deneyim. Böyle bir yerde, dedikoduya falan hiç kalkışmayın, zararlı çıkarsınız derim. Her yer ahşap olunca sesler çok rahat bir odadan bir odaya geçiyor tabii . Güzel bir aile işletmesi otel. Otelin yanında yine çağlarcasına akan bir küçük dere. Bu Karadeniz’de çağlamayan su da yok herhalde. Sıcakkanlı ve güler yüzlü ailenin işlettiği otelin kahvaltısını da, ailenin kadınları el birliği ile hazırlıyorlar. Mısır unlu ekmeğiyle, yöreye özgü peynirlerle, balla yöresel ve güzel bir kahvaltı yapıyoruz dostlarla birlikte.
Devam ediyoruz küçük servis aracımızla. Karadeniz türküleri kulağımızda, biz de eşlik ederken onlara, gözümüz aracın camlarında..
Burada en çok şaşırdığım şey, dağların başındaki tek tük Karadeniz evleri. “Nasıl ihtiyaçlarını gideriyorlar, ne yapıyorlar, ya hasta olurlarsa?” soruları bir yandan aklımda.
Benim gibi bu denli dağlık ve ormanlık coğrafyaya, yağmura sise alışkın olmayanlar için daimi yaşamak zor mesele. Yaşam koşulları oldukça çetin olmalı. Hele bir de çocuk varsa..
Buralarda nereye baksan orman, envai çeşit bitki, su, kaynak, dere..Tar Deresi üzerindeki Bulut Şelalesi’ndeyiz şimdi. Türkiye’nin en yüksek şelalerinden biriymiş. Keyfini çıkarıyoruz.
Sis bulutlarının ardından, dumanlı koyu yeşil dağlardan iniyor, süzülüyoruz yavaş yavaş yaylalara. Rize Çamlıhemşin’de Fırtına Deresi üzerine konuşlandırılmış 40m uzunluğunda, 20m yüksekliğindeki, 1696 da inşa edilen, tek gözlü kemer köprü olan Çinçiva (Şenyuva) köprüsünde hem yürüyüş, hem de fotoğraf için kısa bir mola. Çinçiva Lazca adıymış.
Çevresindeki evlerde genellikle yazlıkçılara rastlıyoruz. Güleryüzleri ile sohbet eden Karadenizli kadınlarımız çoğu.
Çamlıhemşin’de Fırtına Vadisi’nde olup da Zilkale’ye uğramamak olmaz. 1. Derece arkeolojik sit alanıymış burası.
14. ve 15. yy da yapıldığı ve 1800’lere kadar kullanıldığını yazıyor kaynaklar. Yüksek konumlu kaleden savunma hendeği niteliğindeki Zil Deresi’ne merdivenler mevcut. Biz daha çok kalenin yapısı ve şahane manzarasına takıldık. İpekyolu ticaretinin mola yerlerinden biriymiş zamanında. Rehberimizin anlattığına göre, kalenin altında gizli geçitler olduğu da düşünülüyormuş. Hatta bu gizli geçitlerin, develerin bile geçebileceği ve bağlanabileceği şekilde olabileceği düşüncesi varmış. Ziyaretçisi, meraklısı çokçaydı gittiğimizde, nasıl olmasın? Güzel bir kaledesiniz ve enfes bir manzara ayaklarınızın altında.
Ayder yaylasına doğru geçiyoruz artık. Yolumuzun üstünde bir tabela;“Yusuf Yusuf”. Bu Karadenizliler hep şakacı sanırım. Evet, Anadolu’nun en yüksek salıncağıymış. Kalp hastalığınız falan yoksa, denemesi şahane.. Bırakıyorsunuz kendinizi yüksekten o nefis manzaraya.
Ayder’in güzel manzaraları ile yolculuğumuz devam ediyor. Bir gecelik Ayder konaklamamızda hem tulumla, hem de horonla tanışıp, oynamayı öğreniyoruz. Tulum, cebi olan tek müzik aletiymiş dünyada. Tabii ki o cebin fonksiyonu da var. Mesele tamamen duygusal. Bahşiş..
Yağışları bitmez Karadeniz’in. Ayder’de bulunduğumuz gecede yağış devam ediyor ara ara. Sabah erkenden Rize’nin içinden geçip yol alıyoruz dönüş şehrimiz Trabzon’a. Karadeniz’in dağlarından, yaylalarından Rize’ye inince, birden garipsiyorum. Bildiğimiz, modern, güzel bir şehir var karşımda. Rize ile Trabzon iki şehir hep rakipmiş ve çekişirmiş. Neden acaba? Bakalım Trabzon nasılmış ? Bitiremedik halen turumuzu. Yazı fazla uzamasın diye, kalanı da bir sonraki yazıya.
Adil, huzurlu, güvenli, eşit, refah içinde, sağlıklı, mutlu günlerde kalın.
Sevgi ve saygılarımla..