Diyarbakır’da 28-30 Ocak 2011’de, Diyarbakır ve Bursa STK’nın öncülüğünde üç gün süren Doğu-Batı Kardeşlik Platformu adı verilen bir dizi toplantı yapıldı. Platform toplantısı daha çok ve özellikle Diyarbakır’dan Ahmet AY, Bursa’dan Hasan Ünal organizesinde gerçekleşti. Toplantının verimli geçmesi ve misafirlere lazım gelen itinanın gösterilmesi için Ahmet Ay’ın gayretleri de ayrıca takdire şayandır.
Platform adına 29 Ocak 2011’de Mir Yıldız Düğün Salonunda bir dizi panel yapıldı. Takdim konuşmaları dışında altı ayrı panelde ortalama 30 kişiye konuşma imkanı verildi. Belki çeşitlilik bakımından bu kadar çok sayıda konuşmacının olması olumlu sayılabilirdi. Ne var ki konuşmacıların çoğunluğunun görüşlerinin biri birine çok yakın olması bu çeşitlilik düşüncesini de ortadan kaldırmıştır. Üstelik konuşma sürelerinin de on dakika ile sınırlandırılması, konuşmacılar için önemli bir soruna yol açmış olmalıdır.
Konuşmacıların büyük çoğunluğu komşu illerden gelen STK yöneticileri idi. Görüşleri büyük ölçüde biri birine yakındı. Kürt sorununun ortaya çıkışı ve çözüm önerileri bakımından neredeyse tekrar mahiyetindeydi. Konuşmacıların hangi ölçüye göre nasıl belirlendiği hakkında elbette izleyenlerin yeterli bilgisi yoktur. STK temsilcileri, gazeteci ve akademisyen kimliği ile konuşanların bir kısmının, konunun içeriğine vakıf olmaktan çok uzak, sloganik düzeyde analizlerine şahit olundu. Hatta bazılarının çok ciddi hatta taammüden olduğunu ihsas ettiren bilgi yanlışları görüldü. Konuşma sürelerinin büyük çoğunluğu tarihi olayların analizine ayrıldı. Buda bir ölçüde kısıtlı olan zamanın iyi değerlendirilmeyişine yol açtı. Hiçbir konuşmacı sorunun bu günlere taşınmasında ki dış faktörlere yer vermedi. Halbuki bu gün Kürt Sorununun çözümünde komşu ülkeler, ABD, İsrail ve AB hatta Rusya önemli ölçüde taraf durumuna gelmiştir. İşin bu tarafına yer verilmeyişi sorunun analizini de eksik ve yarım bırakmıştır.
Konuşmacıların arkasına gelecek şekilde duvara “Diyarbakır Doğu-Batı Kardeşlik Platformu” yazısı Türkçe olarak asılmışken aynı yazının Kürtçesi de yanına asılmıştır. Türkçe yazıda Diyarbakır adı Diyarbakır olarak yer almışken Kürtçe yazı da “Amed” olarak yer almıştır. Bilindiği gibi şehir Hz. Ömer döneminde 636’da feth edilmezden önce Amid adı kullanılırdı. Bu ad bir görüşe göre Süryanilerden başka bir görüşe göre ise Ermenilerden kalmıştır. Müslüman Araplar burayı feht edince Yemen’den getirilerek yerleştirilen Arap Bekir Kabilesinden dolayı Bilad-ı Bekr veya Diyar-ı Bekr diye adlandırılmıştır. Diyarbekir adı böylece 1935’e kadar kullanılmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine 1935’te Diyarbekir adı Diyarbakır’a çevrilmiştir. Böyle bir toplantıda İslamiyet öncesi dönemde.
Süryani/Ermenilerden kalma bir Amid adının Diyarbekir/Diyarbakır adına tercih edildiğini gösterir gibi yazılması da yanlış ve yersiz olmuştur. 19. Yüzyıldan başlayarak İslam ülkeleri, şehirleri Batılı oryantalistlerin yönlendirmesi ile İslamiyet öncesindeki adları ile isimlendirilmeye başlanmıştır. Egipt / Suriye adları böyle ortaya çıkmıştır. Aynı durum pek çok şehir için de geçerlidir. Toplantıyı düzenleyenlerin bu konuda neden bir duyarlılık göstermediklerini, Hz. Ömer döneminden beri süre gelen Diyarbekir/Diyarbakır adı yerine niçin Amid’i tercih ettikleri hatta Türkçesine Diyarbakır yazarken Kürtçesine farklı olarak neden Amed yazdıkları da anlaşılamadı.
Kürtler Diyarbekir/Diyarbakır demeye devam ederlerse bir hak kaybına mı uğrayacaklardır?
Konuşmacılardan Prof. Ahmet Battal, Hakkari/Uludere ilçesinde 1987’de hakim olarak başladığı meslek hayatında, Uludereli bir köy muhtarından “Türkiye’de Türklerle, Kürtlerin eşit olmadıklarını, Bulgaristan’dan gelen göçmenlere süresiz oturma izni ardından istemeleri halinde vatandaşlık statüsünün verilmesini buna karşılık, Kuzey Irak’tan gelen Kürt göçmenlere yalnız altı aylık oturma izni verildiğini ardından vatandaşlık statüsü verilmemesini öngören bir yasanın varlığını” öğrendiğini anlatarak bu konulara nasıl yüzey baktığını göstermiş oldu.
Eğer dediği doğru ise hakim olarak başladığı meslek hayatında, vatandaşlığa geçişi düzenleyen bir yasayı bir köy muhtarından öğrenecek düzeyde hukuk mevzuatına uzak olarak yetiştiğini göstermiş oldu. Böyle bir hakimin Hakkari/Uludere gibi bir yerde görevlendirilmesi de Türkiye adına ayrı bir bahtsızlık olmalıdır. Yine ulusal sınırların Müslümanların kıblesi olan kabe ile Müslümanların arasında bir engel oluşturduğu gibi oldukça sloganik, içi boş kışkırtıcı olmayı amaçladığı izlenimini doğuran bir konuşma yaptı. Prof. Unvanlı bir zatın bu kadar yüzeysel ve olayların bu kadar künhünden uzak olmasının da ancak eğitim yoluyla kazanılmış olabileceğinin de ibretlik bir misalini ortaya koymuş oldu.
Konuşmacıların renkli simalarından birisi de savunduğu görüşleri dolayısı ile Mazlum-Der eski Urfa Şubesi Başkanı Şeyhmus Ülek olmuştur. Ona göre: “Lozan ile Kürdistan parçalanmış, Kürtler idam edilmiştir. Türkiye, Kürdistan’da sömürgecilikten öteye bir şey yapmıştır. Asimilasyon temel olmuş, yer adları değiştirilmiştir. Kürdistan’da Türk egemenlik sistemi Firavuni bir sistemdir. Buna karşı isyan da Kürt halkının meşru bir hakkıdır. Siyasal İslam Kürdistan’a Milli Görüş, Said Havva (İhvancılık) ve İrancılık olarak girdi. Adı geçenler Kürdistan’ı işgal altında tutanların misyonerleridir. Laik devlet sorunu çözmek için dini bir referans kullanıyor. Kardeşlik söylemi ile Kürtler aldatılıyor…” Sayın Ülek’in her cümlesi neredeyse İsmail Beşikçi’den alıntı gibidir. Her hangi bir doğruya işaret etmesi şüpheli olduğu gibi çözüme katkı sunması da yine şüphelidir. Çünkü bu içerik ve bu vurgular barışı değil olsa olsa savaşı gerekli kılacaktır. Kardeşlik vurgusu bile bir aldatma ve kandırma aracı olarak görüldükten sonra artık çözümden, barıştan söz etmek beyhude olacaktır.
Panellerden birisinin yöneticisi olan Nihat Nasır ise: “İlk TBMM’de Lazistan ve Kürdistan Milletvekilleri vardı. Bu isimleri kullanmak son derece doğaldı. Ancak sonradan peyder pey bu doğallık ortadan kalktı ve bu isimler birer birer yasaklandı…” Erbabına malumdur ki 1847’de yeniden Eyalet sistemi ihdas edildiğinde Diyarbakır ve çevresi “Kürdistan Eyaleti”, Rize ve çevresi de “Lazistan Eyaleti” diye adlandırılmıştır. 1864’te Eyalet düzenlemesi iptal edilerek yeniden Vilayet sistemi tesis edildiğinde, Diyarbakır Vilayeti, Kürdistan Vilayeti yerine kullanılmaya devam edilmişken, Rize ve çevresi de Lazistan Vilayeti diye isimlendirilmeye devam edilmiştir. İlk TBMM’de milletvekilleri şimdi olduğu gibi seçildikleri vilayetin adıyla isimlendirilirlerdi: Ankara, Van, Isparta, Erzincan gibi. 1920’lerde Kürdistan adıyla bir vilayet olmadığı için, Kürdistan milletvekili gibi bir isimlendirme de olmayacaktır. Bu durum yalnızca bir mantık yürütmesi değil ilk TBMM tutanakları ile de görülüp anlaşılabilir. Buna rağmen beyanlarda bulunmak yalnızca bir bilgi eksikliği değil taammüden yapılmış bir beyan olduğunu göstermektedir.
Panellerde konuşmacı olarak yer alanların arasında Malatya’dan Ferman Salmış, Diyarbakır’dan F. Hüsnü Erdem gibi değişik toplum kesimlerinden gelen duygulara değil akla hitap eden örneklerde görüldü. Ancak bu tür konuşmacıların sesi daha cılız ve sönük kaldı. Toplantılardan sonra ertesi gün (30 Ocak 2011) yayınlanan basın bildirisi de büyük ölçüde toplantının havasını ve içeriğini yansıtmaktadır. Bütün konuşmacılar gibi ortak bildiri de de “Ulus Devlet anlayışının terk edilmesi” çağrısında bulunulmuştur. Bilindiği gibi Ulus Devlet aynı zamanda Uniter (Tekil) Devlet anlamına da gelmektedir. Bu yapı sorunun ana kaynağı görüldüğü takdirde bunun yerine nasıl bir yapının istenildiği de açıkça belirtilmelidir
Devletlerin idari oluşumları, Tekil, Federatif ve Konfederatif diye üç şekilde yapılanmaktadır. Birincisi yani tekil/Ulusal Devlet sorun sayıldığı takdirde bunun yerine federatif mi, konfederatif mi istenildiği de açıkça ortaya konulmadıkça, ulusal/tekil devlete yöneltilen eleştiriler yetersiz ve eksik kalmaktadır. Basın açıklamasında “tüm halkların kültürel, tarihi ve sosyal yapısına uygun yeni bir modelin tartışmaya açılması” gibi muğlak ve açıklanmaya muhtaç bir cümleye yer verilmiştir. Türkiye’de kaç tane halk yaşamaktadır? Gerçekten bu halkların her birisine göre ayrı bir siyasi ünitenin ihdas edilmesi var olan sorunları mı çözecektir yeni sorunlara mı yol açacaktır? Çünkü Türkiye’nin toplumsal yapısı gözlendiğinde, “Türkiye’de halkların” ayrı ayrı meskun bölgeleri yoktur. İç içelik vardır. Toplum harmanlanmıştır. Böyle bir toplum yapısına karşılık basın bildirisindeki bu cümlenin sorun çözebileceği oldukça kuşkuludur.
Kürt Sorunu etrafında yapılan bütün toplantılarda “yerleşim yerlerinin eski adlarının iade edilmesi” maddesi bir görüş olarak mutlaka yer alır. Bu görüş basın bildirisinde de yerini almıştır. Eski yer adlarının ezici çoğunluğunun Kürtçe (Kırmanci) değil Ermenice olduğu da herkesin malumudur. O halde Kürtler adına ve Kürtler için bu isimleri talep etmek bir tutarsızlıktır. Ancak her ilde-ilçe de bir komisyon kurulsa, köylerin eski adlarından, KIrmancı ve Zazaki olanlar tespit edilese, onların da hiç olmazsa parantez içinde Türkçe karşılıkları ile birlikte yazılması sağlansa daha güzel ve daha anlamlı olabilir. Bunun yerine Kürtler için Ermenice/Süryanice köy adlarını istemek başka siyasi hesapları da hatıra getiriyor. Dünyadaki belli başlı güç odaklarına “Biz Türkiye’ye karşı, Hıristiyan Ermeni ve Süryanilerin mirasını koruyor sahip çıkıyoruz” gibi bir mesajın verilmesini de akla getirmektedir. Eğer böyle bir niyet gizli ise bunun Kürt halkının isteği olmadığı gibi onun her hangi bir sorununu da çözmeyeceği de bilinmelidir.
Anadilde eğitim hakkının pazarlık konusu yapılamayacağı da neredeyse konuşmacıların ittifak ettiği bir görüştür ve basın bildirisinde de yer verilmiştir. Kürt nüfusunun büyük çoğunluğunun, “Kürdistan” denilen bölgenin dışına göç ettiği dikkate alındığında bu görüşün Kürtlerin tamamını kapsamaktan hayli uzak olduğu üstelik “Kürdistan” denilen bölgede de Türklerin Zazaların ve Arapların dilleri de dikkate alındığında, bölgenin yeknesak bir toplum yapısına sahip olmadığı için uygulanabilirlilik zafiyetinin yanında isabeti sorunu çözebilme yeteneği de oldukça tartışmalıdır. Oysa Kürtçe, Zazaki, Arapça, Gürcüce vb dillerin belli bir öğrenci sayısı dikkate alınarak bütün Türkiye’de, İlk, orta ve Üniversitede seçmeli ders olarak okutulması daha gerçekçi ve Türkiye şartlarında daha uygulanabilir görünmektedir. Ancak bunlar elbette Türkiye’nin birlik halinde olması görüşüne göre savunulabilecek olan düşüncelerdir. Türkiye’nin birliğini gerekli görmeyenlerin bu görüşe zerrece bir değer vermeyeceği de açıktır. Model çözüm önerilerimi ayrıca yazıp arz edeceğim inşallah.
Diyarbakır Doğu-Batı Kardeşlik toplantısı, konuya ilgi duyanların konu hakkında bir görüşü bir fikri ve teklifi olanların biri birlerini tanımaları, biri birlerine kendi görüşlerini sunmaları bakımından son derece gereklidir. Bu gereklilikten yola çıkarak bu toplantının düzenlenmesinde emeği geçen herkesi kutlarım. Görüşlerine katılmasam bile oraya kadar zahmet ederek, medeni cesaretle görüşlerini, dinleyicileri ile paylaşma nezaketini zeraftini gösteren konuşmacıları da kutlarım.