Köylük yerde babadan yetim kaldığında ilk mektebe yeni başlamıştı. Kayrılıyor, korunuyor, kollanıyor, ezdirilmiyordu. Oysa yetim muamelesi görmek onu hep eziyordu… Lakin istese de istemese de yapacağı bir şey yoktu… Zaten o yaşta ne yapabileceğini de bilmiyordu… Büyüdü, eziklikten kurtulmak için ilk mektepten sonra okumak istemedi, İstanbul’a varıp çalıştı… Koruyup, kollayanlar devreye girdi ezildi, kıramadı; liseyi bitirdi, üniversiteyi bitirdi… Hala eziliyor, lakin bu eziklik borç öder gibi… Her hısımının, her yakınının, her köylüsünün her hemşerisinin duyduğunda işine koşuyor…
“Biraz da kendini düşün…” demiştim, bana “Nasıl yapayım, sen ezilmek nedir bilir misin? Vaktinde bana sahip çıkanlara sırtımı dönemem, param yok ama vaktimi onlara bedel olarak sunabiliyorum…”
…………..
Köylük yerde babadan yetim kalmıştı… Kayrılıyor, kollanıyor, korunuyordu, ezilmiyordu, ezdirilmiyordu… Yetim muamelesi görmek onu şımarttı, küstahlaştırdı, dikleştirdi… Her kelimesi, her eylemi intikam alırcasınaydı sanki, kayırıp kollayanlardan yaşamdan… İlk mektepten sonra, ortaokuldan terk etti… Kaçtı İstanbul’a… Kime kinlendiğini bilmiyordu ama intikam duygusuyla hırslı çalıştı… Para kazandı, kazandıkça arsızlaştı, müsrifleşti… Kayıranlara, koruyup kollayanlara yardım ediyordu artık, eze eze, göstere göstere…
Bir şey diyemiyordum, çünkü kimseyi dinlemeden kendi konuşurdu: “ Vaktiyle çok ezildim, şimdi sıra bende…” diyordu…
……….
“Bu dünyayı cennete çevirmek bir çabası olmayanların, ahrette cennetten köşe kapmaya çalışanlara şaşıyorum” derdi… Harf harf, şiir şiir, nesir nesir yaşamaya çalıştım. Rakam rakam, miktar miktar, lot lot yaşamların esaretine düşmemeye gayret gösterdim. Lakin yaşam modern matematik gibi, harflerin arasına rakamları yerleştirmezsen sonuca ulaşmak da mümkün olmuyor… Dengeyi bulmak lazım; denge ise doğallıkta… Bahar geldi geçiyor, kaçımız bir erguvanın çiçeğe durduğunu fark ettik…
………..
Ben, derdi, bir ağaca ağaç gibi bakmak isterim. Şöyle alttan yukarı, salınan yeşil yaprakların arasından mavi gökyüzünü seçmek, güneşin sarı oklarını yakalamak isterim… Sentetik yaşamlara hapsolduk… Ağaçlara tepeden bakıyoruz artık, gökdelenlere çıktık ama gökyüzünden bihaberiz… Bu işte bir terslik var ve ruhumuza değin sızıyor…
……..
İçindeki nefreti kutsadığı dava ile canlı tutmaya çalışıyordu hep… Hep tedirgindi, ürkekti, saldırgandı, küstahtı… Her haksızlığa uğradığını düşündüğünde bileniyor, her güçlü olduğunda kesip biçiyordu… Her yükselişte birilerini eziyor, her zirveye yaklaştığında yalnızlaşıyordu… Kabadayı tavırları seviliyordu, kabadayılığı seviyordu… Lakin kabadayı gibi sevmeyi bilemiyordu… Dostumdu ya, bir gün eleştirdim: “Senin kabadayılığın, külhanbeyin toneri tükenmiş fotokopi makinesinden çıkma suretine benziyor… Durul, sakinleş, sev…” Moda deyimle, bende “ötekiyim” artık…
…………..
Hayır ve şer… Şeytan ve melek… Güzel ve çirkin… Sevgi ve nefret… Varsıllık ve yoksulluk… Zıtlıkların sentezine yaşamak deniyor, diye vardığı yargıyı söylüyor… Her şey kendi zıddı ile vardır… Zıtlıkların her ikisini de kabullenmek gerekiyor o zaman… İyi de bu zıtlıkların kaosundan hayra, güzelliğe, sevgiye varsıllığa varmak mümkün müdür? Diye de soruyor ortalığa… Anlamsız ve umutsuz bakışlarımızı görünce kendi sorusuna kendi cevap veriyor: “Buna yaşamın diyalektiği diyor düşünürler… Neyi hedeflediğine bağlı her şey ve bu hedef için verdiğin mücadeleye… Savaş ve barış gibi misal, misal dostluk ve düşmanlık gibi… Bana dönüyor, “Sen buna istersen tevekkül de diyebilirsin…” Valla ne diyeyim.. 20.05.2015