İki yılı aşkın bir zamandır Türkiye’de amansız fırtınalar kopar ve müesses nizama ait bütün taşlar yerinden oynatılırken dış dünyada da önemli gelişmeler olmakta, 1990 sonrasının Yeni Dünya Düzeni’nde bir türlü yerini bulamayan taşlar mütemadiyen yerinden oynatılmaktadır.
Temel değişkenlerini AB, ABD, Rusya, Çin gibi büyük oyuncuların belirlediği dış politika düzleminde, Türkiye, 2007 yılından itibaren önemli sayılabilecek bir çaba içerisine girmiş olmasına karşın etkinliğini de gittikçe kaybetmektedir.
Ülkelerin dış politikada etkinliğini belirleyen iki temel faktör vardır. Bunlardan birincisi ülkenin potansiyel gücü ve ağırlığıdır.
Potansiyel güç kavramını çok sık duyduğumuz coğrafi öğeler (jeo… diye başlayan birçok alt kavram), ekonomik güç, teknolojik yeterlilik, siyasal düzen ve siyasi birliğin gücü, askeri güç, eğitim, tabii kaynaklar, toplumsal gelişmişlik, demografik öğeler gibi onlarca değişik bileşen şekillendirir. Bu değişkenlerden coğrafya, tabii kaynaklar gibi bazıları sabit değişkenler iken demografi, teknoloji, eğitim, gelir gibi değişkenler de değişen, çoğunlukla ileriye doğru pozitif etkiyle ilerleyen değişkenlerdir. Bunların her birindeki olumlu bir değişim ülkenin özgül ağırlığını ifade eden potansiyel gücünü olumlu yönde etkiler.
Dış politikadaki etkinliği belirleyen diğer faktör ise bizzat etkinliğin kendisidir. Yani dış politikada ortaya konan eylem planının uygulama biçimi ve yerindeliği, uygulayıcıların yetenekleri, pratik hünerleri, bilgi birikimleri, her bir eylemin hukuki ve diplomatik dayanakları uygulanan politikaların yürütülüş biçimiyle ilgili bileşenlerdir.
Devletin dış politikasının uygulayıcısı olarak hükümet, ilgili bakanlıklar, cumhurbaşkanlığı makamı gibi kurumların attığı adımların etkileri bu iki temel değişkenin kendi içindeki kombinasyonunun optimizasyonuna bağlıdır. Konuya bu açıdan bakınca “devletin özgül ağırlığı” dış politikada etkinliği belirleyen ana faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çok bilinen etki – tepki ilişkisi içerisinde aktif aktörlerin yaratacağı etkiyi ve karşılaşacağı tepkiyi (karşıt güçlerin vereceği tepkinin boyutu) biçimlendiren de işte bu geride duran ve ve asıl momentumu oluşturan faktörlerdir.
Momentum nedir?
Momentumu konumuz açısından basit olarak, hareket halindeki bir cismin kütlesine ve hızına bağlı yarattığı etki olarak tanımlayabiliriz. Buradan yola çıkarsak ülkenin dış politikada etkinliğini belirleyen faktörlerden kendi bünyesine ait olanlar kütlesel özellikler, ülkenin kurumlarının ortaya koyduğu eylemler ise hız kavramına dahil olan özellikler olarak görülebilir. Tabi ki burada moment ve momentum kavramını biraz daha genişletirsek; hareket halindeki nesnenin momentumunun öteki eşyalar üzerindeki etkisini yada değişim yaratma gücünü tayin eden üçüncü bir faktör daha karşımıza çıkar.
Bu faktör, de facto nitelikli bir yapıya sahip olan çevresel faktörlerdir. Yani bu faktörler üzerinde eşyanın kendisinin bir etki yada değişiklik yaratması mümkün değildir. Fizikte, bu faktörlerin cismin hareketi ve momentumu üzerinde yarattığı etkiyi “sürtünme, sürtünme katsayısı ve sürtünme kuvveti” kavramlarıyla izah ederiz. Sürtünme ve benzeri kavramların dış politikadaki karşılığı olan kavramlar diplomatik teamüller, mevcut ilişkiler ağı, ülkeler arası menfaat bağları, diplomatik alandaki ayak bağı niteliğindeki çözülememiş sorunlar (Ülkemiz için Kıbrıs vb. sorunlar örnek verilebilir.), uluslararası ortamın taşıdığı gerilim düzeyi gibi olay ve kavramlardır. Bütün bunlar bir arada cismin hareketini kendiliğinden etkileyen ve ölçülmesi zor bir yavaşlamaya neden olan çoğu olumsuz faktörlerdir. Kimi zaman da bu faktörlerin karşıtı niteliğindeki olayların yarattığı olumlu rüzgarlar, nesnenin momentumuna hesap dışı katkılar sağlar. Bı konuda 2004 yılı sonunda AB Müzakereleri için tarih alınmasının yarattığı pozitif etkili rüzgarı örnek olarak verebiliriz. Şu an için ise tüm dünya ekonomilerini etkileyen ekonomik kriz doğrudan olmasa bile yarattığı kasvetli hava dolayısıyla ülkeler arası ilişkiler trafiğinde olumsuz bir etki yaratmaktadır.
Bu kavramları dış politikaya ilişkin kavramlar üzerinden yorumlayacak olursak;
Sizin potansiyeliniz ve eylemselliğiniz ne olursa olsun yine de sizin etkinizi kıran kimi diğer aktörlerden kaynaklanan (Yunanistan’ın aklına estikçe Türkiye’yi veto etmesi gibi) kimi de sizin çözülememiş sorunlarınızdan (Kıbrıs Sorunu veya Kürt Sorunu gibi) kaynaklanan, gücünüzü azaltıcı ve hızınızı yavaşlatıcı faktörler vardır.
Küresel ölçeği göz önüne aldığımızda diplomatik arenada, ortanın üzerinde bir büyüklüğe sahip olan Türkiye, iyi bir ritmi (ya da ivmesi diyebiliriz) olmasa da belirli bir hızda hareket etmektedir. Özellikle yeni bir milenyuma girmenin dünya siyasetine getirdiği dinamizmin yarattığı heyecan, ülkemizi de olumlu etkilemiştir. Ancak bu arada 11 Eylül 2001 sonrası ABD’nin dünya siyasetine getirdiği “kötücül betimlemeler (şer üçgeni vs.)” belirli bir süre iyimser havayı olumsuz etkilemiştir. Amerika’nın “ya bendensin ya ondan” türünden ülkeler üzerinde yarattığı baskı ile Soğuk Savaş dönemini andırır bir polarizasyon yaşanmışsa da Amerika’nın hem Afganistan’da hem de Irak’ta batağa saplanmasıyla, Amerika’nın bu politikası iflas etmiş, dünya politikası yeniden rahat bir nefes almaya başlamıştır. Bu çerçevede ekonomik büyümenin itici rolünün de etkisiyla; AB, Rusya ve Çin gibi ülke ve yapılar hem daha etkin hem de daha barışçıl alternatifler olarak dünya siyasetinde boy göstermeye başlamıştır.
Genel çerçevenin bu şekilde olduğu bir ortamda Türkiye, güneyine yerleşen yeni komşusunun başına geçirdiği çuval ile ağır bir sersemleme geçirmişse de 2006 yılından itibaren ilişkiler yeniden düzelmeye başlamış, son bir kaç yıldır gelişen Amerika’sız bir dünya özlemini ifade eden bilinç ve şuur bir fare gibi çıktığı deliğe (Ergenekon’a) tıkılmış, en sonunda Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler, 5 Kasım Görüşmeleri ile 1950’den bu yana aksaksız işleyen, geleneksel ve kökleşmiş eski rayına yeniden oturtulmuştur.