Kullandığı kibriti bile Endonezya üretimli olan bir ülke durumuna geldi Türkiye.
Hâlimiz ortada. Fazla söze gerek yok. Bilinçsizce tüketiyoruz. Suçluyuz.
Filozofa gönderme yaparcasına âdeta “Tüketiyorum, o hâlde varım” demeye başladı ülkem insanı. Aslında bu durum yalnızca bize özgü bir durum değil. “Tüketim Çağı” böyle emir buyuruyor. Buraya kadarı anlaşıldı ancak, ne olacak bu işin sonu?
Aslında bir an önce bağımsızlığın tanımı yapılmalı.
Yoksa; yaşananlar, söylenenler uyuşturmuş durumda beyinleri.
Gerçekten bağımsız mıyız? Sürekli büyüklükten, soyluluktan söz eder dururuz. Oysa bu özellikler bağımsız uluslar içindir. Peki, biz gerçekten bağımsız bir ülke miyiz? Sürekli “öteki” ülkelerin gücünü konuşmaktan, kendi iç sorunlarımızı yeterince irdeleyemediğimizin ayırdında mıyız acaba? Atatürk ile elde edilmiş bağımsızlığı büyük oranda yitirmiş bir ülkede, düşüngü (ideolojik) bölünmelerine ayrılarak çenebazlık yapacağımıza, tüm kutuplaşmaları bir kenara bırakarak “tekvücut” olmamız gerekmiyor mu?
Sürekli birilerinin kucağına bırakılıyor bu ülke. Sözüm ona, bizi “adam edecek” bir dış güçlerin önüne sürüyorlar bizi. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış, yorgun ve yoksulken bile kendine yetmesini bilen Türkiye, günümüzde kendi kendine yetemiyor bir türlü! Yeraltı ve yerüstü zenginliği, başkaları yaralansın diye mi verilmiş bu ülkeye? Özeleştiri yapmıyor, yerine özelleştirme ile kurtuluyoruz tüm dertlerimizden. Evet, kurtuluyoruz bu ülkeden! Özelleştirmeyle yeni bir tekelleşmeye doğru sürüklenen ülke insanı; yeni patronuna, yeni efendisine boyun eğmek zorunda kalacak çok yakında. Sömürgeci sermaye ezdikçe bizleri, direnmeyi bıraktık bir kenara, başladık açıkça dilenmeye…
Dilenci, kimlik ve kişilik fukarası, yozlaşmış bir toplum yaratma sevdasındakilerin suçu çok büyük. Baskılarla, sorgulamaktan korkar hale getirilen vatandaş, teslim olmaktan başka ne yapabilir ki? Bu teslimiyet sonu ise “sürekli bir dilenme hâli”ne (atalet ve zaafa)dönüşümdür. Birkaç “elit” aile tarafından yönetildiği bilinen “güzel ve yalnız ülkemde” sosyal adaletin niçin işlemediğini sorgulayamıyor vatandaş. Daha doğrusu sorgulayamıyor…
Direnmek de zordur bu ülkede. Dik durmayı gerektirir. Vururlar kazmayı beline beline, hadi dik dur bakalım durabilirsen. Dilenmek ise eğilebilmeyi gerektirir.
Ancak, dilenciliği yardımlaşma kültürü ile karıştırmamak da gerekir. Yardımlaşma bambaşka bir olgudur. Paylaşmaktır, elindekini pay edebilmektir. Sosyal adaletin hâkim olduğu bir ülkede, adalet gereği, paylaşmak bir zorunluluktur. Bu durum sömürgeci ’emperyalist’ sermayenin onaylamadığı bir sistemdir. Çünkü dağılımda yaşanacak dengesizlik, sömürgeci vahşi sınıfı daha güçlü konuma getirir. Böylece zenginler sınıfı adında bir “sınıf” çıkar ortaya. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar daima…
Ülkemizde metrekare başına düşen dilenci sayısı, nasıl bir millet haline geldiğimizi kanıtlar niteliktedir. Gerçekten, millet miyiz hâlâ? Sakın sokaklarda gördüğünüz dilenciler yanıltmasın sizi. Çünkü yalnızca onlardan oluşmuyor bu ülkenin dilencileri. Bu ulusu dilencilik kültürünün bağımlısı konumuna getirdiler. Sürekli yalvarır olduk birilerine : ABD’ye, IMF’ye, AB’ ye…
Kulu, kula kul eden dilencilik kültürünü bu ülkeden biran önce uzaklaştırmalıyız. Her kul, kendisi gibi kula, kul olmayı reddetmelidir.
Eğer bu kültürü uzaklaştıramazsak sonumuz hiç iyi olmayacak. Yarının çocukları; babasından, dedesinden gördüğü bu sefil dilencilik prensibini “gelenek” olarak sahiplenecek ve şu an yaşanmakta olan bu hastalık kök salacaktır. Bir an önce bu hastalığın önü alınmalıdır. Yoksa 2020’lere topyekün dilenir halde gireceğiz.
Not: Her ne kadar başlık attı isek de, aslında ‘dilencilik’ bir ‘kültür’ değil; Uygarlık ve Medeniyet gibi “varlık ve insan boyutunu simgeleyen” temel kavramların bütünüyle dışında kalan bir kültürsüzlük (medeni olmama, uygarlık dışı kalma) biçimidir