Hz. Ömer camide şöyle vaaz veriyormuş. Konusu sadaka ile ilgiliymiş.
“Her kim sizden Allah rızası için bir şey isterse veriniz. Sevabı, Allah katında çok büyüktür.”
Onu dinleyen bir adam soruyor:
“Ya bizi Allah’nn adı ile kandırıyorsa, yine de ona para verelim mi?”
“Verin tabi ki. Zira siz onu bilemezsiniz. Allah katında kabul olur. Asıl niyetimiz önemli.” Diyor.
Aynı gün camiden cemaatle birlikte çıkıyor Halife Ömer.
Allah’ın adı ile ekmek dilenen adama önce ailesinin nüfusunu soruyor. Sonra da 10 ekmek alacak parayı veriyor.
Aynı gün namaz sonrasında camiden halife ve sahabeleri çıkıyor. Aynı ekmek dilenen adamı görüyor. Kızıyor.
” Öğle namazı sonrası sana günlük ekmeğinin parasını verdik. Şimdi tekrar istiyorsun. Sen sadaka istemiyorsun. Allah’ın adını kullanarak, insanların vicdanlarını sızlatarak, haksız ticaret yapıyorsun. Kandırıyorsun milleti. Sana sadaka değil ceza gerek. Atın şu sahtekara 100 falaka.”
Kıssadan hisseyi neden yazdım?
…
İki gün önce alışveriş sonrası evime dönüyordum. Ellerim kalabalıktı. Güya doktorlar yük taşıma, diye uyardılar beni. Dinleyen kim?
Evin eksiği bitmiyor ki…
Kucağında bebesiyle Suriyeli bir kadın karşıdan geliyordu.
İçimden “eyvah beni durdurup, dilenecek,” diye geçirdim. Bakışlarımı ondan öteye doğru kaydırıp yoluma devam ettim.
Çünkü Gölcük Kaymakamlığı ve Belediyesi onlara her ay, düzenli olarak, çifter çifter para ve gıda yardımı yapıyordu. Yakından tanık olmuştum. Üstelik yakacak, giyecek yardımı yaptığı gibi, suyu, elektrik ve doğalgazları da indirimliydi, onların.
Yaşının 20 ila 30 arasında olduğunu tahmin ettiğim kadının tam yanından geçip gidiyordum ki, geriye doğru kaykıldım. Kadın montumu yakalamış, çekiştiriyordu. Tahminimde haklıymışım. Allah’ın adını kullanıp para istiyordu benden.
Önce, içimden ona kızıp sövmek gelmişti. Sonra vazgeçtim. Aklıma daha öncekilere verdiğim tepki gelmişti.
“Türkçe biliyor musun?”
“Evet, biliyorum.”
Güzel de konuşuyor, hani…
Ona bir gülüş uzatıp, öfkemi maskeliyorum:
“İşçi emekçi kadınlar gününü kutlarım.”
Şaşırıyor. Belli ki, anlam veremiyor. Onun anladığı tek dilden konuşuyorum.
” Aç mısın?”
“Evet,” diyor.
“Ne kadar?”
“Çookk açım,” diyor ve kucağında ki bebesi ile duygusal şantajını yapıyor.
“Çocuğum da aç. Süt alacağım ”
Onu anlar gibi başımı salladım.
“Sana para vereceğim, ama bir şartla.”
İştahlanmıştı. Beni dinlerken de peçesini düzeltiyordu. Belli ki, o arada şart, sözcüğünü düşünüyordu.
“Ne o?”diye sordu.
“Ben de bir kadının. Şu kollarımı yoran yiyecekleri evime götürmek için tam 21 sene devlete çalıştım.”
Dinliyor görünüyordu. Sözlerime devam ediyorum:
“Sende gel evimi baştan aşağı temizle ki, sana vereceğim parayı hak et…Ne dersin?”
O anda tam da beklediğim tepkiyi vermişti. Kadın beni duymuyordu sanki. Hızla yanımdan uzaklaşmıştı.
Ben de az soluklanmış oldum, onun sayesinde. Alışveriş torbaları mı alıp, yoluma devam ettim.
Ertesi gün resim atölyesine gitmek için evimden çıkıyorum. Yürüyüş güzergahım aynı yol üzeri. Yine o kadını görüyorum. Bu kez kucağında çocuk yok, ama elinde beyaz bir kağıda yazmış olduğu kağıt vardı.
“Açım. Çocuklarım aç!” Yazıyordu.
Tam yanıma yaklaşıyordu ki, adımlarının rotasını yan çizdi. Belli ki, beni tanımıştı.
Ben de sol yanıma sızı ve öfke biçmeden yoluma devam ettim.
Emine Pişiren /Kocaeli